Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik bir hukuk devleti olarak kuruldu.
Ama AKP iktidarı yukarıdaki tanımın içindeki cumhuriyet, laiklik, demokrasi ve hukuk devleti gibi kavramları yerle yeksan etme isteğinden vazgeçmiyor.
Hemen hemen her gün bir muhalifin tutuklandığı bir yıl 2025. Ve bunun son halkası Türkiye’nin en çok izlenen gazetecisi Fatih Altaylı.
Fatih Altaylı’nın yalnızca tarihsel bir örnekleme yaptığı için “cumhurbaşkanına tehdit” iddiasıyla tutuklanması, artık yalnızca ifade özgürlüğünün değil, yönetim biçimi tercihlerinin de yargılandığını gösteriyor. Oysa Altaylı’nın sözleri, doğrudan bir kişiye değil, halkın iradesine müdahaleye karşı yapılmış bir tarihsel hatırlatmaydı.
Ne dedi?
*Türk halkı sandığı sever. Gücün kendisinde olmasını ister. Babasını oraya koysa bile değiştirme hakkını ister. Bu yeni bir şey değil zaten.
Ve ardından Osmanlı’dan örnek verdi:
*Halkın kaderini belirleme hakkı elinden alınamaz. O yüzden burada gerçek bir diktatörlük hayali kuranlar, bunu asla başaramaz.
Bu kadar. Ne bir tehdit var ne de bir çağrı. Sadece Türkiye’nin hem tarihsel hem anayasal gerçekliğine dair bir yorum.
Ama belli ki sorun bu sözlerde değil, bu sözlerin ima ettiği sistemde. Cumhurbaşkanı Başdanışmanı, Altaylı’yı sosyal medyada montajlanmış bir videoyla açık açık hedef gösterdi. Aynı kişi, kısa süre önce Erdoğan’ın fotoğrafını “Sultanım” notuyla paylaştı.
Oysa biz bu sistemi çoktan geride bıraktık. Türkiye Cumhuriyeti bir sultanlık değil; halkın egemenliğine dayanan bir rejimdir.
2025 yılında hala bunu hatırlatmak zorunda kalmak ne garip.
Eğer niyetiniz sandığı kaldırmak, monarşi getirmek ya da totaliter rejime geçiş değilse yukarıdaki sözlerin nesinden rahatsız olursunuz?
Kaldı ki rahatsız olsanız da bir insanı tutuklamak için yeterli sebep değil bunların hiç birisi.
Altaylı'nın sözlerine bu kadar tepki verilmesi belki de en çok şunu hatırlatıyor: Mutlak monarşiyle yönetilen Osmanlı'da bile padişahlar mutlak yetkilerini halkın, askerin ya da sarayın desteğini kaybettiklerinde yitirdiler.
Genç Osman, III. Selim, Abdülaziz, Deli İbrahim gibi birçok padişah, kendi halkları ya da saray elitleri tarafından tahttan indirildi, hatta öldürüldü.
Neden?
Çünkü mutlak güç, mutlak süreklilik demek değildir. O güç halkın rızasıyla meşru olur. Rıza ortadan kalktığında, monarşinin bile sürdürülebilirliği kalmaz.
Bugünse halkın sandıkla seçtiği bir lider, halkın bu sandıktaki hakkını korumak isteyen bir gazeteciyi yargılatıyor. Üstelik yalnızca sözlü bir uyarı, tarihsel bir analoji nedeniyle.
Bugün gelinen noktada sorun, sadece Altaylı'nın tutuklanması değildir. Sorun, halkın kolektif hafızasının sistematik şekilde silinmeye çalışılmasıdır.
Cumhuriyet; padişahlığı, hilafeti, saltanatı tarihin çöplüğüne atmış bir yönetim biçimidir. Klişe bir ifade olacak ama doğruluğu tartışılmaz: egemenliğin kaynağını hükümdardan alıp halka vermiştir.
Şimdi bu halk, seçtiği yöneticilerle bu sistemin tersine çevrilmesini izliyor.
“Bu ülkede kimse sultan değil, padişah değil”, Bunu Sibel Can şarkısının nakaratı olarak değil Türkiye gerçeği olarak ifade etmek gerekiyor.
Çünkü bir rejimin dönüşümü bazen yeni yasalarla değil, eski unvanların yeniden dolaşıma sokulmasıyla başlar. “Sultanım” diye seslenilen bir cumhurbaşkanının olduğu bir ülkede, artık rejim tartışması yapmak bir lüks değil, zorunluluktur.
Fatih Altaylı, halkın seçme hakkının ebediyen elinden alınmasına halkın rıza göstermeyeceğini söyledi. Bu bir tehdit değil, tarihin bizzat kendisidir. Otoriter rejimler halkın iradesini gasp ettiklerinde, sadece özgürlükleri değil, kendi meşruiyetlerini de kaybederler.
Eğer bugün birileri bu sözleri tehdit olarak algılıyorsa, sorun o sözlerde değil, o korkunun beslendiği niyetlerdedir. Çünkü halkın iradesine düşman olan her güç, bir gün halkın hafızasıyla yüzleşmek zorunda kalır.