İktidar halkın gerçek problemleri konuşulmasın diye sürekli bir suni gündem yaratma amacında.
Başarılı oluyorlar da.
CHP’yi yargı yoluyla tasfiye etme hamleleri yapıyorlar. Hukuku yerle yeksan ediyorlar.
Biz hala içimizde bir umut besliyoruz. Umutsuz yaşanmıyor çünkü.
İçimizde bir ses, hala "Her şey güzel olacak" diyor ama cüzdan buna inanmıyor. Market rafları, benzin istasyonları, kasap tezgâhları, ekmek sırası...
Her yer fısıldıyor: “Artık yeter”
TÜRK-İŞ ve BİSAM gibi bağımsız kurumlar geçen hafta içinde açlık ve yoksulluk sınırını açıkladı. Rakamlar öyle böyle değil. Dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 26 bin TL, yoksulluk sınırı ise 85 bin TL. Dört kişilik bir ailenin yalnızca hayatta kalabilmesi için gereken tutar, bu ülkenin milyonlarca çalışanına reva görülen maaşların çok üstünde. Daha çarpıcısı: Tek bir bireyin insanca yaşayabilmesi için harcaması gereken tutar, 33.586 TL. Asgari ücret kaçtı? 22.104 TL. Bu bir asgari utanç değil mi?
Bakın, bu bir ekonomik kriz değil artık. Bu, “herkes kendi kendine baksın” rejiminin kurumsallaşmış hali. Bu bir yoksullaştırma siyaseti.
Ama durun, anlatacak daha fazlası var.
2009 yılında tedavüle girdiğinde 200 TL, o dönemin en büyük banknotu olarak cebimize girdi. Ve neredeyse 15 yıl boyunca da öyle kaldı. Fakat bu geçen zaman diliminde 200 TL’nin satın alma gücü öylesine azaldı ki, artık neredeyse demir paraya dönüştü. Cebimizde sadece fiziksel olarak varlığını sürdüren bu kâğıt paranın, gerçek hayatta karşılığı kalmadı.
Eskiden 200 TL ile haftalık market alışverişi yapılabiliyordu. Bugün 200 TL, bir market poşetini bile tam dolduramıyor. Bu yalnızca bireysel bir deneyim değil; aynı zamanda ülkenin nasıl fakirleştiğini gösteren somut bir veri. Çünkü mesele sadece 200 TL’nin değer kaybı değil; aynı zamanda insanların yaşam kalitesinin sistemli biçimde erimesi.
200 TL ile 2009’da 0.15 gram altın alınabiliyordu, bugün ise sadece 0.02 gram. Benzin örneği daha da çarpıcı: 200 TL ile 2009’da yaklaşık 22 litre benzin alınabiliyordu, bugün sadece 4.5 litre.
Çok geçmişe de gitmeye gerek yok.
2024-2025 kıyaslamasına bakalım.
2024’te 200 TL ile yaklaşık 0,082 g altın, 0,74 kg kıyma, 11 litre süt, 80 yumurta ve 40 somun ekmek alınabiliyordu. Aradan sadece bir yıl geçti; 2025’te aynı 200 TL ile artık 0,047 g altın (%43 düşüş), 0,39 kg kıyma (%47 düşüş), 5,9 litre süt (%47 düşüş), 30 yumurta (%63 düşüş) ve 20 somun ekmek (%50 düşüş) alınabiliyor. Yani bir yıl içinde altın hariç temel
gıdalarda alım gücü ortalama %51 oranında azaldı. Bu rakamlar kuru enflasyon verilerini aşan, mutfağa giren her şeyin hayatla birlikte nasıl eridiğini açıkça gösteriyor.
Para pul olmuş derler ya… Hayır, pul bile değil. Pul en azından koleksiyonluk.
Üstelik bu sadece makroekonomik göstergelere yansıyan bir fakirleşme değil. Aynı zamanda toplumsal hafızanın yeniden inşası anlamına geliyor. İnsanlar artık geçmişte ne aldığını değil, bugün ne alamadığını konuşuyor. Yoksulluk bir norm haline geliyor, fakirlik ise sıradanlaşıyor.
Yalnızca rakamlarla mı anlatılır bu çöküş? Hayır. Açlık sınırının altında yaşamak ne demek, bunu rakam anlatmaz. O sabah çocuğun kahvaltı yapmadan okula gitmesiyle anlaşılır. Akşam marketten dönerken kasada bırakılan sütten, eti ayda bir almaya indirgenen alışkanlıklardan, pazar poşetindeki azalan sebzeden anlaşılır. Bir zamanlar “zeytin, peynir, domates yeter” derken şimdilerde zeytini sayıyla alan insanlardan anlaşılır.
İnsanların mutfağından önce gururları boşalıyor. Önce güven duygusu gidiyor. Sonra da öfke yerini suskunluğa bırakıyor. Bu suskunluk, bir gün patlayacak olan sessiz bir çığlıktır.
Bu krizden en çok etkilenen kesimlerden biri hiç kuşkusuz emekliler.
İnsan hayatının en kırılgan döneminde, yıllarca çalışmış, üretmiş, bu ülkeye hizmet etmiş milyonlarca insan; bugün geçinemiyor. Açlık sınırının 26 bin lira olduğu bir ülkede en düşük emekli maaşı hâlâ 15 bin TL civarında.
Bununla kira mı ödensin, gıda mı alınsın, ilaç mı temin edilsin?
Emeklilerin bir kısmı artık yeniden çalışmak zorunda kalıyor.
İş bulabilirlerse tabi.
Emeklilik bir dinlenme hakkı olması gerekirken, bu ülkede bir cezaya dönüşmüş durumda. Zaten TÜİK'in makyajlı rakamlarına rağmen enflasyon altında ezilen emeklilere her yıl “müjde” denilerek verilen zamlar, sadece bir avuntu. Ertesi gün pazarda domatesin fiyatı iki katına çıkınca o zam, kartondan bir umut gibi yırtılıp gidiyor.
Bir ülke, yaşlılarına nasıl davrandığıyla da ölçülür. Ve bugün Türkiye, en kırılgan vatandaşlarına reva gördüğü bu hayatla, insan onurunu ayaklar altına alıyor. Torununa harçlık veremeyen, ay sonunu getiremeyen, doktora gidip ilaç parasını denkleştiremeyen emekliler ülkesi olduk.
Bir milletin yüzü emeklisidir. Şu an bu yüz yorgun, mahcup ve kırgın.
Peki ne oldu da bu hâle geldik?
İktidar istediği kadar “dış güçler”, “spekülatörler”, “stokçular” diyerek geçiştirmeye çalışsın gerçek şu: Bu ülke uzun yıllardır kötü yönetiliyor.
Faiz inadından vergi yağmuruna, üretimden uzaklaşmadan, ithalata bağımlı hale gelmeye kadar her alanda yapılan tercihler, bu yoksulluğu üretti. Ve bu tercihler, bir siyasi anlayışın sonucudur.
Üstelik iktidarın küçük ortaklarıyla beraber kurduğu “biz ne yaparsak yaparız, halk sineye çeker” algısı, ekonomideki buhranın üzerine bir de adaletsizliğin gölgesini düşürüyor. Çünkü bu ekonomik düzende kimse eşit acı çekmiyor.
Zengin daha da zenginleşiyor. Yandaş daha da şişiyor. Olan, halkın ekmeğine oluyor.
Bir toplum açlıkla sınanıyor. Ve yine şimdilik birileri hala “enflasyon düşüyor” diyerek ekranlara çıkıyor. Mış gibi yapıyor. Mış gibi ekonomi, mış gibi adalet, mış gibi özgürlük…
Ama halkın tepkisi gerçek. Ve gerçek, bir gün herkesin kapısını çalar. Çünkü gerçek fatura gibidir. Er ya da geç gelir.