“Karanlık zamanlarda düşünmek bir görevdir”
Hannah Arendt
15 TEMMUZ SONRASI TÜRKİYE
Türkiye'de 15 Temmuz 2016 darbe girişimi yeni bir rejim inşasının dönüm noktası olmuştur. AKP iktidarı, 2002 sonrasında neoliberal kalkınmacılık ve muhafazakâr İslamcılık ekseninde kurduğu ideolojik zemini, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında “güvenlik” ve “milli beka” söylemleriyle tahkim etmiştir.
Bu dönüşüm, devletin rasyonel-bürokratik yapısından uzaklaşarak, kişiselleşmiş ve dinsel meşruiyete dayalı bir yapı olarak patrimonyal idare tarzına evrilmesini de beraberinde getirmiştir.
Darbe sonrası ortaya çıkan siyasal rejim, “olağanüstü hâl”i kalıcı bir yönetim tarzına dönüştürürken, hukukun askıya alınması, medyanın yeniden dizayn edilmesi, eğitim politikalarının ideolojik olarak yeniden inşası ve sermaye sınıfının dinsel-siyasal sadakat temelinde yeniden örgütlenmesi, Türkiye’de demokratik alanı neredeyse bütünüyle daraltarak nefes alamaz hale getirmiştir.
Türkiye, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra yalnızca kurumsal bir yeniden yapılanma sürecine girmemiş; aynı zamanda toplumsal, iktisadi ve kültürel düzeyde otoriter bir rejimin teokratik zeminlerde inşa edildiği yeni bir siyasal forma doğru da evrilmiştir.
Bu evrilme, klasik darbe-sonrası geçici olağanüstü rejimlerden farklı olarak darbeyi bertaraf etmek gerekçesiyle kurumsallaşan kalıcı bir dönüşümü de beraberinde getirmiştir.
Bu bağlamda, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından yaşanan gelişmeleri; Türkiye’de yapısallaşan temsili demokrasi krizleri, toplumsal çürüme, dinin araçsallaştırılması, sermayenin ve eğitimin
dinselleştirilmesi ve nihayetinde katılımcı demokratik yapıların bastırılması çerçevesinde değerlendirmek gerekmektedir.
15 TEMMUZ VE REJİMİN KURUMSALLAŞMASI
Cemaatle mücadele gerekçesiyle 15 Temmuz’un ardından ilan edilen OHAL süreci, daha geniş kapsamlı bir “rejim mühendisliği” için kullanılarak devlet aygıtı içindeki tüm denge-denetim mekanizmaları tasfiye edilirken, yürütme erki tek adam merkezli hâle getirilerek tüm kurumsal yapılar bu merkeze bağlanmıştır. Bu yapılanma, istisnai durumların kalıcılaştırılması yoluyla inşa edilen yeni bir hegemonik dönüşüm biçimi olarak değerlendirilebilir. Rejim, olağanüstü olanı olağanlaştırarak, hukuksuzluğu norm hâline getirerek kurumsal bir kimlik kazanmıştır.
Bu süreçte antidemokratik uygulamalara karşı çıkan muhalefetin meşru talepleri “darbe destekçiliği”yle, emekçilerin grev hakları “milli güvenliğe tehdit”le, barış talepleri “bölücülük”le, ifade özgürlüğü ise “milli birlik ve beraberliğe zarar” argümanlarıyla bastırılarak rejim adım adım kurumsallaşmıştır. Böylece yalnız siyasal muhalefet değil, tüm sivil toplumsal muhalefet de kriminalize edilmiştir.
MEDYANIN DİLSİZLEŞTİRİLMESİ
AKP iktidarı, darbe sonrası medya sermayesini yeniden dinsel temelli bir şekilde yapılandırarak iktidara itaat eden medya şirketlerini oluşturmuştur. Medya sahipliği birkaç holdingin elinde toplanmış; böylece ortaya çıkan tek ses, iktidarın sesi olmuştur.
Basın özgürlüğü; hukuki, sermaye ve reklam gelirleri üzerinden yürütülen ekonomik baskı ve sansürlerle ortadan kaldırılmıştır. Medya ve kültürel üretim araçlarının denetim altına alınmasıyla birlikte, iktidarın ideolojik hegemonyası sürekli olarak yeniden ve yeniden üretilmiştir. Medya, iktidarın diliyle iktidarın dilini yeniden üretme ve muhalefeti dilsizleştirme aracına dönüşmüştür.
Siyasal iktidar, yalnızca alternatif düşünceleri bastırmamış; “gerçeklik”in kendisini yeniden inşa etmiştir. Judith Butler’ın “hakikatin performatif inşası” dediği gibi, gerçeklik iktidarın söylemiyle biçimlendirilmiştir. Direnişin görünmez kılınması da bu noktada başlamıştır: Direniş yokmuş gibi davranmak, onu bastırmanın en etkili yolu hâline gelmiştir.
SERMAYENİN YENİDEN YAPILANDIRILMASI
AKP’yi iktidara taşıyan İslami-muhafazakâr sermaye bloku, AKP ile simbiyotik bir ekonomik-ideolojik ilişki içerisinde “ganimet ve yağma ekonomisinden“ en büyük payı alarak büyürken, AKP bu sermaye sınıfının siyasal temsilcisi olarak yükselmiştir.
15 Temmuz darbe girişimi ile birlikte AKP, Gülen cemaatini siyasi ve iktisadi bir tehdit olarak görerek cemaate ait sermaye tasfiye edilmiştir.
AKP, MÜSİAD gibi dini-milliyetçi sermaye gruplarını merkezde konumlandırarak patrimonyal sultan rejimi ile din temelli burjuvazi teşvik edilmiştir.
Muhalif yerel yönetimlerin ekonomik kaynakları tıkanırken, iktidara yakın sermaye “devletle bütünleşmiş” bir piyasa yapısı oluşturmuştur. Ekonomik bağımlılık, siyasal bağımlılığı da doğurmuştur.
MÜSİAD ve benzeri yapıların iktisadi alandaki yükselişi, bir yandan yeni bir "dindar burjuvazi" yaratırken, öte yandan devletle kurulan sadakat ilişkisi üzerinden sermaye birikimini güçlendirmiştir. Bu durum, piyasa kurallarından ziyade ideolojik yakınlığın belirleyici olduğu bir patrimonyal sultan rejimi yaratmıştır. Bu yapı, “sultanlık ekonomisi” olarak da adlandırılabilir.
EĞİTİMİN İDEOLOJİK KUŞATILMASI
Eğitim politikaları, dini ve milli ideolojiye göre yeniden biçimlendirilmiştir. Müfredat dini ögelerle donatılarak, laik, bilimsel, pedagojik eğitim evrensel ilkelerden uzaklaştırılmıştır. ÇEDES Protokolü ile imamlar okullara girmiş, yurttaşlığı “itaatkâr dindarlık” düzeyine indirgemiştir.
Bu yeni yurttaş tipi, aktif bir demokrat değil, biçimsel bir seçmen olarak inşa edilmiştir. Eğitim politikaları yoluyla bireylerin itaatkâr birer nesneye dönüştürülmesi hedeflenmiş; “dindar ve kindar nesiller” yetiştirme hedefi açıkça vurgulanmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devasa bütçeyle siyasal bir aygıt hâline getirilmesiyle birlikte din, kamusal aklın ve vicdanın yerini alan ideolojik bir düzenleyiciye dönüşmüştür
CHP’Lİ YEREL YÖNETİMLER
Yerel seçimlerde CHP'nin büyükşehirlerde elde ettiği başarı, mevcut rejim açısından iktidar bloğunun hegemonik sürekliliği için tehdit olarak değerlendirilmiştir.
Bu nedenle, belediyelere yönelik sistematik saldırılar devam ederken, kayyum atamaları da sürdürülmektedir. Kayyum atamaları bir Osmanlı politikası olarak II. Mahmud döneminde, 1826 yılında Hacıbektaş Veli Dergâhı’na el konularak Nakşibendi Tarikatına devredilmesiyle başlamıştır. Daha sonra Kürt halkının iradesine yönelik uygulamalarla devam eden kayyum atamaları, kurumsallaşarak devam etmektedir.
Özellikle CHP’li belediyelere atanan kayyumlar, siyasal ve iktisadi boyutlarıyla düşünülmelidir. Zira iktidarı kontrol altında tutan sermaye çevreleri, bu kaynakları tekrar ele geçirmek istemektedir. Hem siyasal hem de ekonomik olarak merkezde, tek elde güçlerini korumak isteyeceklerdir.
İktidarın belediyelere yönelik sistematik baskısı yoğunlaşmıştır. Faşizmin ana vatanı İtalya ve Almanya örneklerinde olduğu gibi yerel yönetimlere el konulması; sivil toplum örgütlerine, işçi sendikalarına, özetle sesi çıkan tüm muhalif kesime yönelik operasyonlar, otoriter bir rejimden, mutlak diktatörlüğe evrilmekte olduğumuzun kanıtıdır.
YAŞAMI SAVUNMA HAKKI
Hannah Arendt, “karanlık zamanlarda düşünmek bir görevdir” der. Türkiye’de direniş hakkı artık sadece siyasal değil, varoluşsal bir mücadeleye dönüşmüştür. İktidarın bastırdığı, yalnızca ses değil; umut ve dayanışmadır.
Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'nde yer alan direnme hakkı, evrensel bir siyasal ilkenin temsili olarak değerlendirilebilir.
1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, “bir yönetim halkın temel haklarını koruyamaz hâle gelirse, onu değiştirmek ya da ortadan kaldırmak halkın hakkıdır” ifadesi ile direnişin meşru bir yurttaşlık eylemi olduğunu vurgular.
Türkiye özelinde bu ilke, özellikle 2016 sonrasında kurumsallaşan ve giderek konsolide olan otoriter-teokratik rejim pratiği bağlamında güncel bir anlam kazanmıştır.
Zira, AKP’nin medya, eğitim, sermaye, din ve yargı alanlarını kapsayan hegemonik yeniden inşa süreci, yalnızca kurumsal yapıları değil, aynı zamanda siyasal özneleşme alanlarını da daraltarak; nefes alamayan, umut edemeyen, yarına dair düş kuramayan bir toplumsal yapı yaratmıştır. Bu nedenle insan onuruna yakışan bir hayatı inşa etmek için direnme hakkı günceldir.