İktidar sokağa çıkandan,hak arayandan deli gibi korkuyor. Özellikle Pikaçu’dan, Semazen’den daha çok korkuyor.
V for Vendetta filmini izlemişler belli ki...
Korkuları bu yüzden...
İzlemeyenler varsa mutlaka izlesin. V for Vendetta 2005 yapımı bir başyapıt.
Film siyaset bilimi, sosyoloji ve felsefe açısından çok katmanlı bir anlatı sunan, benim de üniversite öğrenciliği dönemimde ödev olarak izlediğim bir film.
Hikaye baskıcı bir totaliter rejimin hakim olduğu distopik bir İngiltere’de geçiyor. Norsefire adlı faşist parti, halkı korku, propaganda ve sansürle yönetiyor.
Tam anlamıyla klasik bir totaliter rejim anlatısı aslında. Sonra ortaya bu rejime isyan eden Guy Fawkes maskeli bir adam ortaya çıkar ve bir direniş başlatır. V karakterinin yüzünü asla görmememiz, onun bir kişi değil fikir olduğunu vurgular.
Amerikalı tarihçi Hannah Arendt’in 1951’de basılan Totalitarizm’in Kaynakları kitabında belirttiği gibi, totaliter rejimler bireyselliği yok ederek itaatkâr kitleler yaratır. Filmde medya kontrolü, muhaliflerin yok edilmesi bu duruma örnek olarak gösterilir.
Arendt çalışmasında Nazizm ve Stalinizm örneklemesi üzerinde çalışarak totaliter rejimlerin özelliklerini anlatır.
Arendt'e göre totalitarizm, sadece otoriter veya baskıcı bir rejim değil, insanları tamamen yalnızlaştıran, düşünceyi baskılayan ve kitleleri ideolojiye göre şekillendiren bir yönetim biçimidir. Diğer rejimlerden farklı olarak:
Sadece muhalefeti bastırmakla yetinmez, insanların düşünme ve sorgulama kapasitesini ortadan kaldırmak ister.
Birey yerine kitle yaratır; özgür irade yerine itaat ön plandadır.
Gerçeklik algısı sistemli şekilde çarpıtılır (örneğin: propaganda, yalanın kurumsallaşması).
Arendt, totaliter rejimlerin en tehlikeli yönlerinden birinin, hakikat kavramını ortadan kaldırmaları olduğunu söyler. Bu da iki şekilde gerçekleşir:
Yalanın sıradanlaşması: Yeterince tekrarlanan yalanlar, sorgulanmaksızın kabul edilir.
Gerçekliğin önemsizleşmesi: İnsanlar artık bir şeyin doğru mu, yanlış mı olduğunu önemsemez. Önemli olan "liderin ne dediği"dir.
Bu da insanları manipülasyona açık hale getirir ve eleştirel düşüncenin tamamen dışlanmasına yol açar. Siyasal İslam’ın eleştirel düşünceyi lidere başkaldırı olarak okuması da bir anlamda benzerdir.
Arendt’e göre totalitarizmde ideoloji, hayatın tüm yönlerini açıklayan tek hakikat gibi sunulur. Bu, bireyin düşünme ve sorgulama ihtiyacını ortadan kaldırır. Örneğin: Nazizm’de her şey ırk üzerinden açıklanır.
Stalinizm’de her şey sınıf mücadelesiyle. İslamcı otoriter rejimlerde ise çoğu zaman “din”in mutlak yorumuyla. Bu tür mutlak açıklamalar, toplumun çeşitliliğini ve farklılıklarını bastırır, tek bir hakikatin dayatılmasına zemin hazırlar.
Bu bağlamda Arendt’in kavramsal anlatımıyla yorum yapmak gerekirse bir rejimin ne kadar baskıcı olduğuna değil, insanların düşünme ve sorgulama kapasitesinin ne kadar bastırıldığına bakarak totaliter olup olmadığını anlayabiliriz.
Sokak eylemleri, bu bastırılan kapasitenin yeniden canlanmasıdır ve bu yüzden siyasal İslamcılar da dâhil olmak üzere otoriter eğilimli tüm yönetimler bu eylemlerden korkar.
Sokak, yalnızca bir fiziksel mekan değil, aynı zamanda siyasi ifadenin, kolektif hareketin ve halk iradesinin cisimleştiği bir sahnedir. Ancak siyasal İslamcı iktidarlar sokağa karşı sistematik bir güvensizlik, hatta düşmanlık geliştirir.
Bu durum, sadece pratik bir güvenlik meselesi değil, aynı zamanda iktidar algısının, meşruiyet krizinin ve ideolojik kontrol arzusunun da bir tezahürüdür.
Peki iktidar gerçekten neden sokak eylemlerinden korkuyor?
Arendt’e göre totaliter rejimler, bireyi yalnızlaştırarak düşünme kapasitesini ortadan kaldırır ve propaganda ile kitlesel bir “hakikat” üretir. Bu bağlamda:
Türkiye'de medya tekelleşmesi, kamuoyunun şekillendirilmesini kolaylaştırırken sokağın kontrol dışı olması, iktidarın “tek hakikat” anlatısını zedeler.
Gezi ve İmamoğlu Protestoları örneklerinde görüldüğü gibi, sokaklar farklı grupların birlikte var olabildiği ve yeni siyasal anlamlar üretebildiği bir alandır. Bu durum Arendt’in “kitle yerine kamusal alan” önermesine uygundur.
Arendt'in tanımıyla sokak, düşünmenin ve birlikte hareket etmenin alanıdır, bu da totaliter zihniyet açısından bir tehdittir.
Son yıllarda giderek yaygınlaşan sosyal medya denetimleri, CİMER’e şikayet gibi araçlar burada bize bir başka teorisyen Antinio Gramsci’nin "panoptikon" kavramını hatırlatır.
Aslında kavram İngiliz filozof Jeremy Bentham’dan geliyor. Kelime anlamıyla "her şeyi görebilen yer” anlamına gelen panoptikon hapishane tasarımında merkezde bir gözetleme kulesi
vardır. Mahkum hücreleri bu kulenin etrafına dairesel şekilde dizilidir. Her mahkum kendi hücresinde izole durumdadır ve kuleyi görebilir; ancak kulede biri olup olmadığını bilemez. Mahkûm sürekli izleniyor olabileceğini düşündüğü için kendi davranışlarını denetler. Bu da bir kendi kendini sansüre yol açar.
Michel Foucault, Disiplin ve Ceza (1975) adlı eserinde panoptikonu, modern iktidarın işleyiş modeline dair bir metafor olarak kullanır. Bentham’ın fiziksel yapısını alır, ama onu toplumun tamamına yayılmış bir iktidar mekanizması olarak yorumlar.
X’de bunu yazarsam, okulda şöyle dersem, protestolara katılırsam, slogan atarsam başıma bir şey gelir algısını yaratmak totaliter rejimlerin inşa ettiği görünmez panoptikonlar yüzündendir.
V for Vendetta’ya geri dönersek V’nin mücadelesi esasında bir düşünme yasağı olan bu baskıya karşıdır.
Filmdeki kadın karakter Evey’in korkularından kurtulup yaşadığı dönüşüm işe halk hareketinin er ya da geç baskılara karşı galip geleceğini sembolize eder.
Korkuyu aşıp özgürleşen Evey, artık sadece bir birey değil, kolektif bir direnişin temsilcisine dönüşür.
İşte tam da bu yüzden iktidar Pikaçu’dan, öğrencilerden, halkın sokakta olmasından korkuyor.
Alt tarafı film... Korkacak ne var?