Sivil darbe

İlker Yıldız yazdı: Sivil darbe

Bir siyasi rejimin ne kadar demokratik olduğunu anlamanın en kolay yolu, iktidarın sandıkla el değiştirme ihtimaline nasıl yaklaştığıdır. Yani bir iktidar, yalnızca seçim kazandığında değil, kaybettiğinde de sınav verir. Kazananın meşru, kaybedenin düşman ilan edilmediği sistemler gerçek anlamda demokratik sistemlerdir.

Demokrasinin en büyük rakibi lider kültüdür.

Lider kültü, bir siyasi figürün kişiliği etrafında örülen aşırı bağlılık ve yüceltilme halidir. Bu kült; medya, eğitim, propaganda ve bazen de doğrudan baskı yoluyla inşa edilir. Ancak bu inşa süreci bir lideri yüceltirken, aslında kurumları zayıflatır.

Çünkü halkın beklentisi artık hukuktan, denetimden, parlamentodan değil, “liderin iradesinden” beslenmeye başlar.

Siyaset bilimci Guillermo O’Donnell, bu tür sistemleri seçimli otoriterlik veya delegatif demokrasi olarak tanımlar. Yani seçim vardır ama esas olan kurumlar değil, liderin iradesidir. Seçimle gelen ama seçimle gitmek istemeyen liderlerin ilk işi, kendilerini “vazgeçilmez” ilan etmek ve bunu bir halk talebi gibi göstermektir.

Otoriter rejimlerin neredeyse tamamında yasama organı yok sayılır, yargı bağımsız değil sadakatle çalışır, medya eleştirmez çünkü eleştiri, artık sadece fikir değil “ihanet” olur.

Bu noktada Hannah Arendt’in şu uyarısı akla gelir:

“İktidar kişileştiği anda, hukuk yok olur. Hukukun olmadığı yerde ise keyfiyet başlar”

Bu bağlamda, “Milli Şef” unvanını taşıyan İsmet İnönü’nün 1950 seçimlerinden sonra sergilediği tavır, dünya siyasal tarihinin saygın örneklerinden biridir.

İnönü, 12 seçim kazanmış, tek parti döneminin mimarı olmuştu. Ama 1950 seçimlerinde halk tercihini Demokrat Parti’den yana kullanınca, iktidarı tartışmasız bir şekilde devretmeyi bildi. Ordunun ya da bürokrasinin devreye girmesine izin vermedi.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez iktidar, sandık yoluyla ve barış içinde el değiştirdi. Oysa İnönü dileseydi, elindeki güçle bu geçişi engelleyebilirdi. Ama yapmadı. Çünkü İnönü’nün asıl liderliği, o unvanda değil, o günkü tavrında gizliydi.

Siyaset bilimci Samuel Huntington, demokrasiyi yalnızca seçimlerin varlığıyla değil, iktidarın barışçıl biçimde el değiştirme yeteneğiyle tanımlar. Ona göre demokratik bir sistemin en önemli göstergesi, seçim kaybedildiğinde rejimin kurumlarının ve aktörlerinin bu sonuca itirazsız uyum sağlayabilmesidir.

Bugüne döndüğümüzde, aynı imtihan Türkiye’deki mevcut iktidarın önünde durmaktadır. “Reis” sıfatı, tıpkı “Führer” ya da “Duçe” gibi, mutlak itaatle birleştiğinde demokratik siyaset alanını daraltan bir işlev görür. Erdoğan’ın destekçileri tarafından kullanılan bu sıfat, zamanla liderin eleştirilmesini neredeyse “vatana ihanet” olarak kodlayan bir siyasal kültüre dönüştü. Oysa demokratik siyaset, sadakat değil eleştiriyle gelişir.

2023 seçimlerinde yaşanan tartışmalar ve 31 Mart 2024’te muhalefetin kazandığı belediyelere karşı sistematik yargı müdahaleleri, bu sınavın henüz başarıyla geçilmediğini göstermişti aslında.

İstanbul seçimleri örneği çarpıcıdır: 2019’da İstanbul Büyükşehir Belediyesi muhalefete geçtiğinde, iktidarın ilk tepkisi sonucu kabullenmek değil, seçimleri iptal ettirmek olmuştu. Seçim tekrarlanmasına rağmen halk aynı kararı verince ancak sonuç sineye çekildi. Bu örnek bile, rejimin demokratik refleksleri konusunda kaygı uyandırmak için yeterliydi.

Geldiğimiz noktada CHP AKP’yi sivil darbe yapmakla suçluyor.

PEKİ NEDİR BU SİVİL DARBE?

Türkiye siyasal tarihinde “darbe” kelimesi genellikle askeri müdahalelerle özdeşleşmiştir. 1960, 1971, 1980, 1997 ve 2016’daki girişim, darbe dendiğinde akla ilk gelen örneklerdir. Ancak modern siyaset bilimi, darbeleri yalnızca tankların yürüdüğü, asker postallarının konuştuğu sahnelerle sınırlı görmez.

Sivil darbe, halkın doğrudan seçtiği siyasal aktörlerin, iktidarda kalmak için demokrasiyi araçsallaştırarak kurumları ele geçirmesi, muhalefeti etkisizleştirmesi ve hukukun üstünlüğünü askıya almasıdır.

Anayasa hukukçusu Kim Lane Scheppele’nin ifadesiyle, bu tür darbelerde “anayasa askıya alınmaz, tersine anayasa kullanılarak rejim otoriterleşir”

Yani sivil darbede sandık hala vardır ama anlamı değişmiştir. Seçim yapılır ama kazanma ihtimali iktidar dışındaki aktörler için neredeyse imkansız hale getirilir.

Yargı, medya, kamu kaynakları ve kolluk kuvvetleri tek bir merkezden yönetilir. Muhalefet ya kriminalize edilir ya da yargı yoluyla etkisizleştirilir. İşte tam da bu bağlamda, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının hedef alınması, ardından çok sayıda CHP’li belediye başkanının şüpheli dosyalarla tutuklanması ve seçimle kazanılmış yerel yönetimlerin sistematik biçimde baskı altına alınması muhalefet tarafından klasik bir sivil darbe pratiği olarak değerlendirilmektedir.

Dolayısıyla CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in son açıklamaları bu çerçevede ele alınmalıdır. Özel, cumartesi günü yaptığı konuşmada şunları söyledi:

*Beni insanları sokağa davet ettirme. Aklını başına topla... Bugün dünden daha kararlıyız. Yarın da bugünden daha kararlı olacağız.

*Herkes hesabını buna göre yapacak. Bir adım geri atan namerttir.

Bu sözler, iktidar yanlısı çevreler tarafından “darbe çağrısı” gibi sunulsa da, gerçekte sivil darbe koşullarında halkın anayasal hakkını savunmasına yapılan bir vurgu olarak görülmelidir.

Halkı seçme ve seçilme hakkından mahrum bırakma niyetine karşı yapılan bir demokratik refleks çağrısıdır. Ve aslında demokrasiden uzaklaşma gibi bir niyeti olmayan bir iktidarın bu açıklamalardan rahatsızlık duymasını gerektirecek hiçbir neden yoktur.

Herkes şunu bilmeli: Bu ülke “sandığı” sever. Babasını bile seçmiş olsa, değiştirme ihtimalini elinde tutmak ister.

Gündem Haberleri