Yeni çocuk isimleri

Son ayların hayhuyu içinde bizim oğlanla gelin hanımı göremez olduyduk. Sağolsunlar, haftada birkaç gün muntazaman arayıp soruyorlar ama gelmemek için de hep bir bahaneleri var. Neyse, Pelin, Narin’i aramış, demiş kaç zamandır görüşemedik, cuma akşamı gelelim istiyoruz. Biz de tabii gelin hanımın bu ansızın arayışından memnun olduk, hemen gelin dedik. Yazarlığa başlamam da onları ürkütmüş olabilir. Her an “Hayırsız evlat” ya da “Hayırsız gelin” başlıklı bir yazı döşenebilirim ne de olsa. Tehdit bazen iyidir, ilişkileri diri tutar.

Sofrayı kurduk, bunların gelmesini bekliyoruz. Narin misafir geleceği zaman -son yıllarda iyice azaldı- televizyonda odunların çıtırdayarak yandığı bir kanal var, onu açıyor. Sahte şömine yanınca anlıyorum ki bütün hazırlıklar tamamdır. Genellikle benim görevim ‘sommelier’likle sınırlı olur: Mert’le kendime rakı, Narin’le Pelin’e şarap servisini ben yaparım. İleride, ömrüm yeter, sağlığım da yerinde olursa, Çağan’la da karşılıklı birer kadeh parlatmak isterim. Dede-torun, amma fiyakalı olur.

Dedikleri saatte gelmediler ama çok da geç kalmadılar. Ne yalan söyleyeyim, kerataya bazen kızsam etsem de gelmelerini heyecanla, sabırsızlıkla bekliyorum.

İhtiyarlayınca böyle oluyor herhalde. İstiyorsun ki en azından torun kalsın hep; bakmaya gücünün yetmeyeceğini bilsen de. Torun demek, evin neşesi demek. Eşikten içeri adım attığı anda eve yaşam sevinci doluyor.

İşte Çağan doğduğundan beri, demek aşağı yukarı beş sene oluyor, en bahtiyar ânım, Çağan’ın “dede!” deyip boynuma atladığı an. Her seferinde onu havaya kaldırırken bunun son olabileceğinden, belimin kayabileceğinden korkuyorum; gene de, beş yaşında çocuğu kaldırmaya teşebbüs edemeyecek kadar çöktü dedirtmiyorum kendime.

Pelin’in bu hemen görüşme isteğinin sebebini sofrada anladık. Meğer, çalıştığı şirket Mert’i iki aylığına Bangladeş’e gönderecekmiş.

Narin duyunca neredeyse bayılıyordu. Mert en başarılı mühendisler arasındaymış, o yüzden onu Bangladeş’e göndermeye karar vermişler. Bu ülkede hiçbir başarı cezasız kalmaz, derlerdi de inanmazdım. Al sana en somut

örnek. Bu hesapça, en beceriksizler de soluğu Paris’te ya da Stockholm’de falan alacaklar herhalde.

Benim de sinirim hopladı ama belli etmemeye çalıştım. Hepi topu bir oğlumuz var, onu da Bangladeş’e gönderiyoruz. Dünyada başka insan kalmadı sanki… Bizim aksimize Mert mutsuz gözükmüyordu -ya da ailesinin karşısında mutsuz gözükmek istemiyordu, olması gereken de budur. Birkaç maaş ikramiye vereceklermiş, üstelik orada da lojmanda kalacağı için herhangi bir masrafı olmayacakmış. İki ayda fena olmayacak bir birikim yapmaları mümkünmüş. İçimden, ben o parayı senin patronuna vereyim, çok meraklıysa o gitsin diyesim geldi ama demedim.

Bu Bangladeş meselesi sofraya bomba gibi düşünce bir süre sessizlik oldu, Narin’in gözleri yaşardı, Mert’i gitmemeye ikna etmek için epey diller döktü.

Ama bizim oğlan iyi durdu, annesini teskin ederken ailesi için fedakârlık yapmaktan asla çekinmeyeceğine benzer birkaç fiyakalı laf da sıkıştırdı araya. Kerataya hem kızıyorum hem gururlanıyorum. Bir yaştan sonra bu ilişkinin böyle olması kaçınılmaz galiba.

Sofradaki kasveti dağıtmak için gelin hanım acemice konuyu değiştirmeye çalıştı. Bir dizi varmış, yeni başlamış, Narin’e onu izleyip izlemediğini sordu. Narin’in izlemediğini biliyorum. O da izlemediğini söyledi zaten. Derken bizim torun araya girdi, “Alya!” dedi. Biz Narin’le birbirimize anlamaz gözlerle baktık mecburen. Ben de bir şey demiş olmak için, “bu tuhaf ismi de Ayşe Arman meşhur etti,” dedim, “Ayla’lar Alya oldu.”

Hiç beklemediğim bir şey yaşandı, hiçbiri beni anlamadı. Anlaşılan “boomer” olduğunu fark etmek diye bir şey var.

Yıllar önce, bence ben genceciktim o zamanlar, biri bana otobüste yer verince zamanın geçtiğini anlamıştım. Sofradaki bakışlar bana boş ifadelerle dönünce yine aynı duyguyu hissettim. Mert bile şaşırdı söylediğime.

Yılların Ayşe Arman’ı unutulmuş -bu bir kayıp mı emin değilim ama bizim nesil için düşünülemez bir şeydi. Onun kızına koyduğu Alya artık sıradan bir kız ismi haline gelmiş. Pelin, Çağan’ın anaokulundaki bazı sınıf arkadaşlarının adlarını sayıverdi, beynim yerinden uçtu gitti: Tesla varmış, Ceday varmış, şimdi unuttuğum birkaç tuhaf isim daha söyledi.

Ünlü bir futbolcumuzun kızlarının adı Yade ile Yeda’ymış, bir aktrisin kızı Elay, bir diğerininki Miro. Hadi bunlar neyse de, ana Türk baba Türk bir televizyon tarihçisi oğluna Rafael adını koymuş! Görgüsüz bir aile, oğluna Milan deyivermiş.

Zaman değişiyor, tamam. Ama neden böyle uyduruk ve yabancı isimlere gerek duyuluyor, ben anlayamıyorum. Düşünsenize, bu çocuklar benim yaşıma geldiklerinde “Tesla dede”, “Elay teyze”, “Miro amca” olacaklar. Allahtan ben görmeyeceğim o günleri.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Suat Özdeş Arşivi