Zeliha Altuntaş

Zeliha Altuntaş

Güneşi kadınlar doğurur

“Bizim topraklarda önce kadınlar uyanır; sonra güneş doğar. Çünkü, güneşi kadınlar doğurur”

Ezidi Atasözü

3 Ağustos 2014 tarihinde Irak Şengal'de Ezidi halkına yönelik IŞİD saldırısı yüzyılın en acı soykırımı olarak tarih sayfalarında yerini almıştır. Bu soykırımda, kadın bedeni etnik, dinsel ve politik bir savaş alanına dönüştürülerek; insan onurunu zedeleyen kara bir leke olarak toplumsal belleğe kazınmıştır.

Almanya Federal Meclisi 2023 yılında bu saldırıyı resmen “soykırım” olarak tanıyarak, dünya kamuoyuna bir vicdan çağrısı yapmıştır. Bu sesleniş, uluslararası vicdanın yeniden inşası için atılmış önemli bir adım olarak yankı bulmuştur.

Ezidi kadınlarının köle pazarlarında satılması, tecavüze uğraması ve zorla din değiştirme uygulamaları, yalnızca bireysel şiddet eylemleri olarak değil; sistematik jenosit politikasının bir parçası olarak değerlendirilmelidir.

Kadınların zorla kaçırılarak Musul ve Rakka’da kurulan köle pazarlarında satılması; henüz çocuk yaştaki kızların cinsel köleliğe zorlanması, toplu tecavüz eylemlerinin bir savaş stratejisi olarak organize edilmesi; erkeklerin infaz edilmesiyle, bir halkın genetik, kültürel, etnik, inançsal varoluşunun kadın bedeni üzerinden silinmek istenmesi, IŞİD'in ideolojik hedefi olmuştur.

Kadın bedeni, ulus kimliğinin taşıyıcısı; "namus"un sembolü olarak ataerkil ideolojilerce yeniden kurgulanmıştır. Kadın bedenleri bir ulusun kimlik taşıyıcıları olarak görülür, bu bağlamda Ezidi kadınlara, etnik ve inançsal kimlik taşıyıcıları olmaları nedeniyle yöneltilen şiddet; bu soykırımın cinsiyet temelli sistematik bir uygulaması olarak değerlendirilmelidir.

Çünkü burada hedeflenen yalnızca birey değil, bir kültürün ve inancın tümüyle imhasıdır.

Ezidi kadınlar, hem etnik ve dini azınlık olmaları hem de kadın kimlikleri nedeniyle çoklu baskı biçimlerine maruz kalmış;maruz kaldıkları soykırım yalnızca fiziksel şiddeti değil,aynı zamanda kültürel yok oluşu ve yurdundan edilmeyi de kapsamıştır. Homi Bhabha’nın postkolonyal kuramının özünde ifade edildiği gibi “yerinden ve kimliğinden edilmiş öznellik” kavramı Ezidi soykırımını anlamlandırmada önemli bir çerçeve sunmaktadır.

BERLİN KONFERANSI - HAFIZANIN TANIKLIĞI

Almanya, Ezidi soykırımının tanınmasında uluslararası kamuoyu açısından önemli bir rol üstlenmiştir. Hannover merkezli Etno-Medizinisches Zentrum bünyesinde, Prof. Dr. Jan Ilhan Kızılhan’ın öncülüğünde çok sayıda akademik çalışma, psikososyal destek programı ve saha araştırması yürütülmüştür.

2016-2023 yılları arasında Berlin'de gerçekleştirilen çeşitli konferanslarda – ki bu çalışmalara bizzat katıldım – özellikle göçmen kadınlara yönelik cinsel şiddet, travma sonrası iyileşme süreçleri ve kültürel belleğin yeniden inşası tartışılarak bir çok çalışma alanları başlatılmıştır. Kadına yönelik şiddetle mücadele temalı konferanslar, paneller, seminerler eğitim çalışmaları bunlardan yalnızca bazılarıdır.

Ethno-Medizinisches Zentrum, özellikle göçmen ve savaş mağduru kadınlara yönelik çalışmalarında kültürlerarası tıbbi destek, psikolojik terapi ve sosyo-hukuki bilgilendirme alanlarında öncülük etmektedir. Bu kurumda yürütülen seminerlerde, sahadan gelen anlatılar yalnızca bireysel travmalar değil, aynı zamanda sosyokültürel kopuşların ve kolektif yasın ifadesidir.

Bu kapsamda Berlin’de düzenlenen ve Duaale Hochschule Baden-Württemberg, göçten sorumlu devlet bakanlığı, çok sayıda üniversite ve kadın örgütünün katılımıyla gerçekleşen konferanslarda, Ezidi kadınların tanıklıkları bireysel travma anlatılarından çıkarılarak kolektif bir politik bellek olarak işlenmiştir. Kızılhan Hoca'nın ifade ettiği gibi, bu kadınların hikâyeleri yalnızca mağduriyet anlatıları değil, aynı zamanda tarihsel belge niteliğindedir.

Konferanslarda defalarca tekrar edilen bir tema vardı: IŞİD, köylerine girerken bazı genç Ezidi kadınlar, cinsel esaretin dehşetinden kurtulmak için toplu intihar girişiminde bulunmak zorunda bırakılmıştır. Bu hikayeyi bizzat anlatan bir kadının, sözleri ile başlayan, gözyaşları ile devam eden sessiz acısından dinlerken, tüm evrende sessizliğin kahreden çığlıkları yankılanıyor gibiydi.

Etno-Medizinisches Zentrum çatısı altında, verdiğim seminerlerde, Ezidi kadınların sessiz çığlıklarını dinledim defalarca. Bazı kadınlar yıllar boyunca kimseyle konuşmamıştı. Travma, dillerini susturmuş ama bedenlerine kazınmıştı. Onların yaşadıkları, sadece kişisel değil; etnik kimliklerinden dolayı hedef alınmalarının bir sonucu olarak kolektif bir acının bedenlenmesiydi. Feminist literatürde bu durum, “bedenin arşivleşmesi” olarak değerlendirilebilir.

Yeni bir hafıza ve adalet politikası inşa etmenin yollarından biri de bu anlatılar ile kamusal tanıklığa dönüşümün sağlanmasıdır. Bu bağlamda, konferanslar, Ezidi kadınların yaşadığı toplu travmanın ve kültürel kıyımın uluslararası alanda görünür kılınmasında önemli bir kırılma noktası işlevi görmüştür. Konferansta, travma sonrası iyileşme, kültürel yeniden inşa ve psikososyal destek süreçleri ele alınırken; kadın hikâyeleri klinik belgeler olarak değil, politik hafıza kayıtları olarak dinlenmiştir. Ben de bu konferanslarda aktif katılımcı ve anlatıcı olarak yer aldım. Almanya’nın farklı eyaletlerinde sürgünde yaşayan Ezidi kadınlarla bire bir görüşmeler yaptım. Onlar, artık hiçbir yere ait değiliz diyorlardı, zira öyle hissediyorlardı.

Kadınların tanıklıkları yalnızca kişisel acı değil, aynı zamanda kolektif bir sessizliğin çığlığıydı. Walter Benjamin’in tarih anlayışında olduğu gibi, her tanıklık, geçmişin 'şimdiyle' ilişkilendiği bir kopuş ve müdahale anıdır. Kadınların anlatıları, şimdinin içinde geçmişe yapılan bu müdahalenin öznesidir ve Benjamin için tarih yazımı egemenlerin değil, ezilenlerin tanıklığını içermelidir. Bu nedenle tanıklık, bir hatırlama değil, bir politik eylem, bir etik sorumluluktur.

Aynı zamanda, bu anlatılar, kuramsal çerçevelerle değil, kalple dinleniyor, kavranıyordu. Judith Butler’ın dediği gibi: “Bazı yaralanabilir bedenler ancak politik olanı dönüştürdüklerinde duyulabilir hâle gelir” Ezidi kadınların bedeninde ise hem yas, hem hafıza hem de direniş birlikte yaşıyordu. Kadın direniş zincirinin belki en acı halkalarından biriydi, fakat bir o kadar da direngendi, tarih sayfalarından geleceğe aktarılan…

NADİA’NIN SESİ: TEK BİR KADINDAN KOLEKTİF BELLEĞE

Nadia Murad..1993 doğumlu.

Şengal soykırımında IŞİD tarafından kaçırılıp aylarca cinsel köleliğe maruz kalan kadınlardan biridir. Nadia Murad tüm aile fertlerini Şengal saldırısı esnasında kaybederek, ağır bir travma geçirir, bu travma toplumsal, cinsiyete dayalı ve etnik boyutları olan toplumsal bir travmadır. İdeolojik bir terör kurbanı olarak bedeni ganimet olarak zaptedilmiş, köleleştirilmiştir. Agamben‘in ifadesiyle “insanlık haklarından kopartılarak çıplak hayat” konumuna indirgenmiştir.

2014 yılında köyünden zorla alınan ve IŞİD’in cinsel esaretinden kurtulan bu genç Ezidi kadın, dünya kamuoyunun karşısına çıkarak sessizliğin zincirlerini kırar.Nadia yalnızca yaşadığı travmayı değil, kuşaklar arası bir suskunluğun ve tarihsel inkarın yükünü de taşımaktadır. Onun sesi, sessiz bırakılan binlerce Ezidi kadının ortak hafızasını temsil etmektedir.

"Ben yalnızca kendimi değil, konuşamayanları da temsil ediyorum” diyerek Nadia, hem bireysel cesaretiyle hem de kamusal etkisiyle feminist kuramların merkezine yerleşir.

Nadia Murad’ın anlatısı, bir halkın yok edilişine dair tanıklık sunarken, kadın bedeninin aynı anda hem savaş alanı hem de direniş mekânı olabileceğini tüm çıplaklığıyla belirtirken tanıklık, yalnızca bireysel değil, kolektif bir hafızanın haykırışını ifade etmektedir.

Nadia Murad’ın hikâyesi, Berlin’de dinlediğimiz onlarca Ezidi kadının hikâyesine ayna tutuyordu. IŞİD, kadınları yalnızca tecavüze uğrayan kurbanlar olarak değil, asıl bir halkın kimlik taşıyıcıları olarak hedef aldı. Kadının doğurganlığı, kimliği aktarma gücü ve toplumsal konumuyla birlikte bir “ulusu doğurması” fikri, kadını doğrudan bir tehdit haline getiriyordu.

Bu yüzden IŞİD için kadınları ele geçirmek, Ezidi halkını yok etmenin en stratejik hedefiydi. Dinlediğimiz pek çok kadının ortak noktası şuydu: Anlatmak kadar, anlatamamak da bir travmaydı. Nadia Murad’ın “Ben tek değilim, binlerce kadın susturuldu” demesi bu yüzden çok önemli. Anlatmak, bir kadın için yalnızca bir hafıza eylemi değil, aynı zamanda bir politik karar ve etik sorumluluktur. Çünkü patriyarkal toplumlar, konuşan kadını cezalandırır; susan kadını onurlandırır.

Ama Nadia, bu zinciri kırdı. Susmayarak insan onurunu sahiplendi. Konuşarak bir halkın acısına tercüman oldu. Ve bizi de, Berlin’deki seminer salonlarında dinlediğimiz Ezidi kadınların sessiz çığlıklarını dünyaya taşıma sorumluluğuyla yüzleştirdi.

Nadia, Birleşmiş Milletler’de Ezidi soykırımının tanıklığını üstlenmiş bir kadın olarak, politik bir eyleyici olarak hayatını Ezidi kadınların yaşadığı zulmü dünyaya duyurarak adalet ararken, bedeni, hem travmanın hem de tanıklığın politik zemine taşınmasının sembolü olmuştur.

Nadia yalnızca yaşadığı travmayı değil, kuşaklar arası bir suskunluğun ve tarihsel inkârın yükünü de taşır. Onun sesi, sessiz bırakılan binlerce Ezidi kadının kolektif hafızasını temsil eder.

Nadia Murad’ın anlatısı, aynı zamanda hegemonik ataerkil hafıza politikalarına karşı feminist bir karşı-hafıza inşasıdır. Onun Nobel Barış Ödülü alması, uluslararası sistemin yüzeysel bir onarım çabası olarak görülebilir; ancak Nadia’nın sözleri bu “tanınma”nın ötesinde, kadının yeniden fail konumuna yerleştirilmesini zorunlu kılar. Butler’ın vurgusuyla, “acıya karşı duyarlılık politik bir zorunluluktur” Nadia, bu zorunluluğu bedeninden ve sözünden yola çıkarak uluslararası kamuoyuna taşımıştır.

Nadia Murad'ın BM nezdinde verdiği tanıklıklar, sadece bir bireyin çığlığı değil; çok sesli bir toplumsal belleğin ifadesidir, zira Ezidi kadınların sessizlikle değil, direnişle anılmaları gerekir. Nadia Murad’ın Nobel Barış Ödülü, yalnızca onun cesaretine değil, aynı zamanda Ezidi kadınlarının kolektif onuruna ve duruşuna bir saygı ifadesidir. Aynı şekilde Almanya'da kadın örgütleriyle iş birliği içerisinde yürütülen seminer ve konferanslar da yalnızca akademik değil, politik bir dayanışma ağıdır.

Burada Chandra Talpade Mohanty’nin “üçüncü dünya kadını” eleştirisi de düşünülmelidir. Nadia Murad’ın anlatısı Batı medyasında sıkça egzotize edilmiş, acı fetişizmine maruz kalmıştır. Bu nedenle, direnişi yalnızca Batı’nın vicdanına sunulan bir kurbanlık değil; politik ve özneleşmiş bir direniş biçimi olarak yeniden konumlandırmak gerekir.

KADIN BEDENİNDE KİMLİK, ULUS VE DİRENİŞ

Kadınlar, ataerkil toplumsal yapılarda ulusun, namusun ve kimliğin taşıyıcısı olarak görülür. Bu yüzden kadın bedenine yönelik şiddet, sadece bireysel değil; toplumsal bir mesaj taşır.

Ezidi kadınlara yönelik şiddet, bu nedenle hem ulus kırımı hem onur kırımı hem de beden siyaseti olarak okunmalıdır. Judith Butler'ın "âdil yas tutsunlar" çağrısı gibi, bu kadınlar için yas tutmak, sadece bir duygu değil; politik bir eylemdir. Kimin yasının tutulduğunu belirleyen etik ve evrensel değerler değil, iktidardır. Tam da burada yas tutma hakkı, her hayatın eşit değer taşıdığı ilkesi ile koşulsuz ve evrensel olmalıdır.

ADALET, ONARIM VE YENİDEN İNŞA

Kadınların IŞİD tarafından köleleştirilmesi, yalnızca tecavüzle sınırlandırılamaz. Burada söz konusu olan, 21. yüzyılda uluslararası sistemin gözleri önünde sürdürülen bir 'modern kölelik' pratiğidir. IŞİD’in köle pazarlarında kadınları dinî, etnik ve cinsiyete dayalı ayrımcılıkla metalaştırması, neoliberal savaş ekonomisinin ve patriyarkal tahakkümün kesişimsel bir sonucudur. Bu noktada Angela Davis’in ırk, sınıf ve cinsiyet üçlüsü üzerine kurduğu analiz hatırlanmalıdır: Ezidi kadınların yaşadığı travma, bu üçlü eksende hem savaş ganimeti hem de 'namus'un infazı olarak konumlanmıştır.

Adalet, yalnızca suçluları cezalandırmak değil; yıkılan hayatların yeniden kurulmasına imkân sağlayan politik bir onarım sürecidir. Nadia Murad'ın Nobel Barış Ödülü, sembolik bir adım olmanın ötesinde, kadınların özneleşme sürecine yapılan bir vurgudur.

Feminist sosyalist bir gelecek tahayyülü, bu kadınların bir daha köle edilmeyeceği, bedenlerinin pazar malı haline getirilmeyeceği, kendi kaderlerini tayin edecekleri bir dünyanın inşasıyla mümkündür.

Bu bağlamda Marianne Hirsch’in “postbellek” kavramı açıklayıcıdır: Hayatta kalan kadınlar, yalnızca kendileri için değil, kaybettikleri, öldürülen ve susturulan kadınlar adına da konuşmaktadır. Berlin’deki terapötik seanslarda kadınların sessiz çığlıkları, hem kendi bedenlerinde hem de kolektif hafızada yer bulan bir "yas politikası"nın izlerini taşımaktadır.

KADINLAR SADECE GÜNEŞİ DEĞİL, DİRENİŞİ DE DOĞURUR

Ezidi atasözü olan “Güneşi kadınlar doğurur”, sadece metaforik bir anlatı değil, aynı zamanda kadının tarihsel ve kültürel üretkenliğine işaret eden güçlü bir simge, bir inanç bildirgesidir, bir manifesto niteliğindedir.

"Güneşi kadınlar doğurur" bir halkın sürekliliğine, hafızasına ve kültürel yeniden doğuşuna kadınların aracılığıyla ulaşılabileceğine işaret etmektedir. Bu bağlamda kadın bedeni yalnızca biyolojik değil, aynı zamanda ontolojik, epistemolojik ve politik bir zemin ifade etmektedir.

Ezidi kadınlar, soykırımın karanlığında bile güneşi doğurmuş, bedenlerine yazılan zulmü hafızaya dönüştürerek direnişi büyütmüşlerdir.

Onların hikâyeleri, feminist bir politikada yerini bulmalı; hem kolektif hafıza hem de tarih yazımı açısından kayıt altına alınmalıdır. Bu yazı, o kadınlara bir selam, bir tanıklık ve bir söz borcunun yerine getirilmesidir.

Ezidi kadınlar yalnızca tecavüz mağdurları değil; aynı zamanda tarih yazıcılarıdır. Onların sesi, sadece geçmişi anlatmaz; geleceği şekillendirir. Berlin’de ve Hannover’de dinlediğimiz her kadın, Ezidi halkının yeniden doğuşunu müjdeleyen güneşin parçalarıydı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Zeliha Altuntaş Arşivi