İlker Yıldız

İlker Yıldız

Çürüdük

Son yıllarda çoğu yazar gibi ben de Türkiye’de toplumsal yapının derin bir erozyona uğradığını üzülerek gözlemliyorum.

Bir olayın doğruluğu ya da yanlışlığı değil, onu kimin yaptığı belirleyici hale geldi. "Bizimkiler" yapıyorsa meşru, "onlar" yapıyorsa şeytan işi kabul ediliyor.

Bu bakış açısı; siyasetten yargıya, medyadan akademiye, sanattan spora kadar tüm sektörlerde kendini gösteriyor. İftira atmak, gerçekleri çarpıtmak, insanları itibarsızlaştırmak, artık ekmek su gibi sıradanlaştı. İnsanlar, doğruyu aramak yerine karşı tarafa zarar vermek için konuşuyor.

Adalet ve vicdan, fanatizmin kurbanı oldu. Özel kanallarda kaynağı olmayan cümlelerle insanların haysiyetiyle oynayan şarlatanları geçtim, halkın vergileriyle ayakta duran TRT adeta AK Parti Televizyonu olarak yayın yapıyor.

Yanlı, taraflı yayından da öte kutuplaştırıcı, itibarsızlaştırıcı yayın yapıyor.

Bu toplumsal bölünme değil de nedir? Bu ülkeyi yıllarca PKK’nın böleceğini düşündük ama bölünme sadece toprakla olmuyormuş işte.

Bu çürümenin özellikle muhafazakâr bir iktidarın uzun iktidar dönemi boyunca gerçekleşmesi ne kadar ironik değil mi?

Oysa geçmişte, dinin toplumsal yaşamda bir fren işlevi vardı. "Acaba yaptığım şey günah mı?" kaygısı, bireylerin davranışlarını sınırlardı. Bir otokontrol yaratırdı.

Ancak bugün din, bir grup için yalnızca bir kimlik göstergesi; ahlaktan ve adalet duygusundan kopuk bir aidiyet biçimi haline geldi. İktidarın kendinden olanı kayıran, öteki olanı yok sayan yaklaşımı, kendi kitlesinin bir bölümünde kibirli ve küstah bir özgüven doğurdu.

Bu özgüven, bireyleri adaletsizlik yaparken bile haklı hissettiriyor. Çünkü artık doğru olanı yapmak değil, ait olunan tarafı korumak öncelikli.

Bu toplumsal bölünmenin (kutuplaşmanın bir ileri seviyesi) sonuçlarını birçok olayda gördük.
Gezi Parkı ve İmamoğlu protestolarında milyonlarca insan demokratik haklarını kullanmak için sokağa çıktığında, iktidar yanlısı medya onları "terörist" ilan etti.

Oysa aynı kitle, farklı bir siyasi grup için protesto etseydi, belki de "halkın sesi" olarak alkışlanacaktı.

Seçim dönemlerinde ise benzer bir durum tekrar tekrar yaşandı: Sandıktan çıkan irade beğenilmiyorsa yok sayıldı; "Bizim kazanmamız demokrasidir, onlar kazanırsa dış güçlerin oyunu" deme noktasına geldi.
Çok değil daha 6 sene önce özellikle İstanbul ve Ankara gibi büyükşehirlerde yaşanan sonuçlar sonrası, halkın iradesi "yanlış" bulunduğu için seçimlerin tekrarı istenmişti.

İstanbul seçimleri tekrarlanmıştı.

Demokrasi, sadece sonuç istenildiği gibi olursa kıymetli kabul ediliyor.

Böyle bir zihinsel iklimin neye yol açabileceğini tarihten biliyoruz.

Baştan söyleyeyim. Allah korusun. Biz elbette böyle bir toplum yapısına sahip değiliz. Ama henüz değiliz. İki kere iki ne kadar dört ediyorsa toplum biliminde de bazen bazı şeylerin bazı şartlarda gerçekleşme olasılığı yüksek oluyor.

Ruanda’da 1994 soykırımı, iktidarın Hutu çoğunluğunu açıkça kayırıp Tutsi azınlığı şeytanlaştırmasıyla başlamıştı.

Sri Lanka’da uzun yıllar süren iç savaş, Sinhalese çoğunluğun iktidar ayrıcalıkları nedeniyle Tamil azınlığın isyanıyla patlamıştı.

Bosna’da ise, Sırp iktidarın Boşnak Müslümanları sistematik biçimde hedef alması, Avrupa’nın göbeğinde soykırım doğurdu.

Bu örneklerin ortak noktası şudur: İktidarın bir kesimi kutsayıp diğerini dışlaması, zamanla vicdanı ve hukuk sistemini felç eder; ardından sokaklar, mahalleler, şehirler kinle dolar ve geri dönüşü olmayan çatışmalar başlar.

Bugünkü kutuplaşmayı anlamak için psikolojik mekanizmaları da bilmek gerekir.
İnsanlar, “grup sadakati” nedeniyle kendi grubunun kusurlarını görmezden gelirken, karşı gruba karşı daha acımasız ve önyargılı olur. Buna “doğrulama yanlılığı” denir:

Kişi sadece kendi inandığı şeyleri destekleyen bilgileri arar ve bulur; aksi yöndeki tüm kanıtları reddeder.
Aynı zamanda “ahlaki kaytarma” dediğimiz süreç işler:

Kendi grubumuzun yaptığı kötülükleri meşrulaştırır, hatta bazen kutsarız. Bu psikolojik mekanizmalar, toplumun bireyleri bir arada tutan temel değerleri aşındırır ve adalet duygusunu yıkar.

Burada çok önemli bir yanlışı da düzeltmek gerekiyor:

Ahlak ve din aynı şey değildir. Dindar olmak, insanı otomatik olarak ahlaklı yapmaz.
Gerçek ahlak, bireyin içselleştirdiği adalet, dürüstlük ve merhamet gibi değerlerle şekillenir.

Dini bir sembolle ahlak gösterisi yapmak kolaydır; fakat zayıfı ezmemek, yalan söylememek, iftiraya bulaşmamak gerçek ahlaki sınavlardır. Bugün bazı insanlar "Ben dindarım, dolayısıyla zaten iyiyim" yanılgısıyla ahlaki sorumluluğu üzerinden atıyor. Oysa inanç, kişiyi sadece bir etik kodla değil, adalet ve vicdanla da bağlamak zorundadır.

Ben umutsuz değilim. Ama yapılması gereken çok şey var. Ve bu tek bir kişinin yapabileceği bir şey değil. Önce iktidar değişecek ve sebep olduğu bu yıkım anca öyle düzelecek. Bunu düzeltmek için de:

Adaleti kimden gelirse gelsin, kim için olursa olsun savunmalıyız.

Empatiyi ve vicdanı siyasetten bağımsız bir değer olarak yeniden inşa etmeliyiz.

Dinî ya da ideolojik kimliklerin arkasına saklanmadan, evrensel ahlak ilkelerine sadık kalmalıyız.

Yalanı, iftirayı, çifte standardı hangi taraftan gelirse gelsin mahkûm etmeliyiz.

Farklı görüşlere sahip insanlarla diyaloğu kesmeden, birbirimizi şeytanlaştırmadan tartışmayı öğrenmeliyiz.

Sadece kendi grubumuzun değil, “öteki” dediğimiz herkesin de hakkı, onuru ve hayatı için mücadele etmeliyiz.

Gerçek değişim, taraftar toplamakla değil, evrensel doğrulara sadakatle mümkündür.

Çünkü unutmayalım: Devletler güçlü ordularla değil, güçlü ahlakla ayakta kalır. Toplumlar propaganda ile değil, adalet ve merhametle var olur. Eğer bugün göz göre göre kutuplaşmanın ve çürümenin önüne geçemezsek, yarın çok daha büyük bedeller ödemek zorunda kalabiliriz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İlker Yıldız Arşivi