
Zeliha Altuntaş
Erkekliğin Savaşı, Kadınlığın Barışı
“Çocuğun gördüğü düştür barış.
Ananın gördüğü düştür barış.
Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış”
Yannis RITSOS
Takım elbiseli, kravatlı erkeklerin kurmuş olduğu masalarda, eril bir dille siyasal bir sorun olarak tartışılan “barış” kavramı üzerine, dişil bir vicdanla sormak gerekir: Nedir acaba barış?
“Çocuğun gördüğü düştür barış. Ananın gördüğü düştür barış” dizeleri bu soruya bir cevap olabilir mi?
BARIŞIN ERKEK EGEMEN İNŞASI
Tarihsel yolculuğunda, günümüze değin barış kavramı cinsiyetli bir kurgu olmuş; erkekliğin gölgesinde inşa edilerek militarist ve patriyarkal sistemi yeniden ve yeniden üretmiştir.
Raewyn Connell, “hegemonik erkeklik” kavramını kullanarak erkekliğin toplumsal inşasına ve eril iktidarın kuruluş aşamasına yönelik kuramsal bir çerçeve sunar.
Connell’e göre, toplumsal cinsiyet düzeninde hegemonik erkeklik; kutsanan, üstün konumda olan erkeklik modelidir. Hegemonik erkeklik, kurumlar, kültürel ve ideolojik aygıtlar aracılığıyla yeniden üretilir.
Militarizm ile hegemonik erkeklik arasında simbiyotik bir ilişki vardır. Bu diyalektik bağ, birbirini besler, büyütür ve aktarır.
Savaş retoriği ve askeri kurumlar, erkekliği şiddet, disiplin ve kahramanlıkla imgeleyerek tahakküm ilişkilerini üretir. Militarizm yalnızca savaş zamanlarında değil, barış dönemlerinde de toplumsal cinsiyet rollerini biçimlendiren güçlü bir ideoloji haline gelir.
MİLİTARİZMİN CİNSİYETLENDİRİLMİŞ YAPISI
Militarizm, genellikle ulusun güvenliği ve varlığını koruma gerekçesiyle meşrulaştırılan; ancak derinlemesine cinsiyetlendirilmiş bir ideolojidir. Erkekliği yücelten, kadınlığı ikincilleştiren ve şiddeti meşrulaştıran bir savaş stratejisi ve toplumsal örgütlenme biçimidir.
Bu ideolojik örgütlenmeyi anlamak için, hegemonik erkeklik kuramının bir parçası olan askerlik, “erkekliğe geçiş” olarak betimlenebilir.
Askeri disiplin, erkekliği fiziksel güç, itaat, duygusuzluk ve cesaretle tanımlar. Bu değerler, hegemonik erkekliğin temel nitelikleriyle örtüşür. Askeri eğitim süreçleri, erkekleri yalnızca savaşmaya değil; aynı zamanda “duygusal olarak katı”, acıya dayanıklı ve itaatkar bireyler haline getirmeyi amaçlayan bir yeniden şekillendirme sürecidir.
Savaşlar yalnızca politik ve jeopolitik olgular olarak değil, aynı zamanda cinsiyetlendirilmiş duygulanımsal pratikler olarak da ele alınmalıdır.
DUYGULARIN SİYASETİ
Juan Carlos Méndez, “duyguların siyaseti” yaklaşımıyla militarist erkekliğin duygusal boyutuna dikkat çeker. Hegemonik erkeklik, bazı duygulara izin verirken bazılarını bastırarak savaş bağlamında belirli duygusal disiplinler kurar.
Connell’e göre ise hegemonik erkeklik; otorite, tahakküm ve güç ile özdeşleşmiş, duygusallıktan arındırılmıştır.
Bu bağlamda militarizmin ürettiği erkeklik tipi, hegemonik erkekliğin ideal formudur. Bu tip yalnızca cephede değil, gündelik yaşamda da varlığını sürdürür.
Sistemin lider figürleri, güvenlik güçleri ve siyasi otoriteler; bu militarist erkeklik modelinin farklı biçimlerde ortaya çıktığı alanlardır.
Eğitim sisteminden medyaya kadar birçok kurum, militarizmi erkeklikle özdeşleştirerek toplumsal cinsiyet rollerini pekiştirir.
KADINLARIN BARIŞ ETİĞİ
Tarihin satır aralarına mercek tutulduğunda, barışı şekillendiren, taşıyan ve ona hayat veren kadınların sesi, rengi ve bilinci görülür. Hitit Kraliçesi Puduhepa’nın Kadeş Barış Antlaşması’na bastığı mühürden, modern çağın barış savunucusu kadınlarına uzanan bu yolculuk, barışın yalnızca siyasi değil; aynı zamanda vicdani ve etik bir mesele olduğunu gösterir.
Kadınlar, tarihsel yolculukları boyunca yaşamı doğurmak ve insan onuruna yaraşır şekilde sürdürmek yönünde “yaşamı koruma etiği” çerçevesinde rol alırlar. Gerek biyolojik, gerek toplumsal olarak, hayatla ontolojik bir bağ kurarlar.
Carol Gilligan ve Joan Tronto gibi feminist düşünürler, kadınların etik perspektifinin sorumluluk üzerinden kurgulandığını ifade ederler. Bu bağlamda barış, yaşamı devam ettirmek için gerçekleştirilen kolektif bir eylem biçimidir.
Erkek egemen dil, savaş dilinde yok etme üzerine kuruluysa; kadınların dili, var etme üzerine kuruludur. Toplumsal hafızada yaşamın taşıyıcısı olarak kadın, koruyucu özne olarak kurgulanır.
Tarih boyunca kraliçelerin mührüyle başlayan, annelerin sessiz direnişleriyle süren bu mücadele, gerçek bir barışın ancak kadınlarla mümkün olabileceğini hatırlatır.
BARIŞIN TOPLUMSALLAŞMASI
Barış, erkek egemen siyaset dilinin betimlediği gibi yalnızca siyasal hesapların konusu olan bir metin değil; toplumsallaşırsa barıştır. Barış, ancak toplumsal boyuta evrildiğinde ivme kazanabilir.
Barış, yalnızca diplomasi masalarında değil; toplumun en küçük birimlerinde – okulda, iş yerinde, kamusal alanda, sokakta – kurulmalıdır.
BARIŞ ANNELERİ: VİCDANIN SESİ
Barış Anneleri, bu anlamda sokağın yıllardır yankılanan sesidir.
Erkek egemen barış söylemlerine karşı, savaşların, şiddetin ve militarizmin esas mağdurları olan kadınların ve annelerin barış söylemi; hegemonik erkekliğe ve militarist barış politikalarına karşı bir meydan okuyuş, bir karşı manifestodur.
Masa başlarında erkekler tarafından kurulan hesaplı ve stratejik barışa karşı, kadınlar kamusal alanda, meydanlarda; yaşam hakkını, adaleti ve birlikte, eşit koşullarda yaşama etiğini savunan bir barış perspektifi sunmaktadır.
Bu dil, barışın dilidir. Zira barış, antlaşmalarla değil; duygusal ve toplumsal dönüşümlerle mümkündür. Barış toplumsallaşmazsa, gerçek barış sağlanamaz.
Barış, toplumun en küçük hücrelerine kadar sirayet ederse; “çocuğun gördüğü düş, ananın gördüğü düş” olarak gerçekleşebilir.