Zeliha Altuntaş

Zeliha Altuntaş

Sessiz direnişin belleği: Cumartesi anneleri

“ …Öteki diye bir şey yoktur. Ötekiler biziz. Biz sizsiniz; siz biziz. Bizim orada, Arjantin’de bir söz vardır: Bir tek mücadele kaybedilir; o da terk edilen mücadeledir”

Arjantin’in Mayıs Meydanı Plaza de Mayo Anneleri

Geçen pazar, “anneler günüydü”… Cumartesi anneleri, çocuklarının gelip kendilerini ziyaret etmesini düşlediler… Düşleri, umutları, gözleri kapıda kaldı, yıllardır sevdiklerinin özlemi kapıda kaldı.

Bir umut ile direniyorlar… Umudu direnişe çevirdiler, Galatasaray Meydanı'nı hafıza merkezi yaptılar, toplumsal hafızamızda direnişin belleği olsun diye...

Anneler, kaybedilen evlatlarının akıbetini öğrenmek için 27 Mayıs 1995 tarihinden itibaren İstanbul Galatasaray Meydanı'nı direniş meydanı olarak seçtiler. Tüm annelerin gözyaşları, acıları, umutları, sessiz ama çığlık çığlığa bekleyişleri, meydan okuyan, hesap soran bakışları bu alan ile sembolleşti. Cumartesi Anneleri’nin haftalık periyotla düzenledikleri oturma eylemleri kamusal mekanı bellek üretimine dönüştürdü.

Galatasaray Meydanı, artık sadece bir meydan değil, kayıpların hatırlandığı, hesaplaşmak ve yüzleşmek için egemenlerin tarih yazımına karşı politik duruşun, adalet talebinin ve ölümden doğan tarihsel yazımın bir biçimidir kamusal alana. Ki bir daha bu acılar yaşanmasın diye. Bireysel hafızalar kolektif hafızaya taşınarak kayıpların ismi ve hikayesi toplumsal belleğe sessizce yerleştirilmiştir… Pierre Nora'nın "hafıza mekanları" (lieux de mémoire) kavramı, bu bağlamda anlamlıdır: Galatasaray Meydanı, devletin zorla kaybetme politikasına karşı toplum vicdanının temsil edildiği bir direniş alanına evrilmiştir.

Bir yurttaşlık pratiği eylemi örneği de olan Cumartesi Anneleri’nin direnişi yaz, kış demeden her cumartesi adalet ve hakikat arayışı için oluşan ortak duygu bir politik özneye dönüşmüştür. Bu duygu politikası ile hafıza ve direniş açısından Cumartesi Anneleri Türkiye’de insan hakları mücadelesine büyük bir nitelik katmıştır.

Latin Amerika'da, Türkiye'de ve dünyanın bir çok ülkesinde bir devlet politikası olarak muhaliflere yönelik yok etme pratiği gözaltında kayıplar şeklinde yaşanmıştır.

Ülkemiz yakın dönem tarihinde 1936 yılında işçi önderi Salih Bozışık, 1948 yılında yazar Sabahattin Ali gözaltında kaybedilen ilk isimler olmuştur. 12 Eylül darbesi öncesi ve sonrasında da gözaltında kayıplar yaşanmış olmakla birlikte en yoğun ve sistematik olarak 1990'lı yıllarda yaşanmıştır. Muhalif olarak gördükleri tüm kesimleri ötekileştirerek düşman ilan ettiler ve sadece biyolojik olarak öldürmekle yetinmeyip, öldürdükleri bedenlerin bir anlam ve değere dönüşmesini engellemek istediler. Mbembe bu durumu “Ölüm siyaseti, kimlerin hayatta kalacağına değil, kimlerin ölüme terk edileceğine karar vermektir” şeklinde ifade eder. Otoriter devletlerin iktidarlarını, yaşam üzerinde olduğu kadar ölüm üzerinden de kurduklarını belirtir.

Gözaltında kaybetmeler aracılığıyla uyguladığı biyopolitik ve nekropolitik rejimi bir devlet stratejisi olarak kullanarak, muhalif bedenleri yalnızca öldürmekle kalmaz, gömülme haklarını da ellerinden alarak toplumsal hafızadan da silmek ister.

Cumartesi Anneleri'nin bu direnişleri ise devletin belirlediği hayat hiyerarşisine ve ölüm siyasetine karşı bir yaşam hakkı mücadelesi olarak etik bir başkaldırıdır. Yok hükmünde görülen ölü bedenleri toplumsal belleğe geri çağırarak devletin nekropolitik stratejisini hükümsüz kılar.

***

Antropolog Eva Domaska “Ölüm olmasaydı tarih de olmazdı. Tarih ölümden beslenir. Tarih mezarda başlar” der.

Cumartesi Annelerinin gözaltında kaybedilen evlatları mezarsız ölülerdir. Oysa mezarlar, tarihsel tanıklık alanları olarak toplumsal hafızanın inşa edildiği fiziksel yerlerdir. Bu anlamda Cumartesi Anneleri haftalık oturma eylemleri ile devletin resmi tarih yazılıcılığına karşı alternatif tarih yazımının hafıza taşıyıcıları olarak mezarsız kılınan yakınları için sembolik bir mezar kurar ve tarihte oluşturulan boşluğu doldurur. Zira mezarlar tarih yazımı için bir başlangıç noktası ve hafıza mekanıdır.

***

YAS HAKKI

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve diğer insan hakları sözleşmeleri esas olarak insan hak ve onurunu konu edinirler.

Buradaki asıl sorun ise insan kategorisine kimlerin girip kimlerin girmediğine egemenlerin karar veriyor olmasıdır. Bu anlamda Mbembye göre, egemenlik kimin yaşayacağına, kimin ölmesi gerektiğine ve kimin yasının tutulmasına karar vermektir.

Gözaltında kaybedilen insanların yaşamları “yas tutulmaya değer” görülmediği için devletin hafıza politikası bu yaşamları silmeye yönelir.

Cumartesi Anneleri'nin "yas tutma hakları" bile ellerinden alınır.

Butler’a göre, her yaşam eşit değerde görülmez. Zira devletler ve egemen ideolojiler, hangi hayatların “yaşamaya değer” olduğuna karar verirler. Bu da yas hakkını yalnızca biyolojik bir varoluş değil, toplumsal tanınma sorunu hâline getirir.

Cumartesi Anneleri'nin mücadelesi, ötekilerin bu görünmezliğe karşı bir "görünürlük" talebidir, bir varoluş mücadelesidir.

Cumartesi Anneleri'nin eylem biçimi dayatılan annelik ideolojisinin dışında toplumsal cinsiyetle örülü bir politik direniştir. Annelik, kamusal alanın dışında özel alana içkin kurgulanmıştır patriyarkal sistem tarafından.

Fakat kadınlar, anneliği kamusal alana taşıyarak siyasal bir pozisyon kazandırmışlardır. Siyasal özne olarak yaslarını kamunun önünde "tutarlar".

Kim kayıtsız kalır ki annelerin sessiz çığlığına.

Zira sessizliğinde bir sesi vardır...

Önceki ve Sonraki Yazılar
Zeliha Altuntaş Arşivi