Bilgehan Uçak
Hrant Dink’ten İmamoğlu’na hukukun Türkçe'yle imtihanı
Hrant Dink cinayetinin taşlarını nasıl döşediklerini hatırlar mısınız?
Sabiha Gökçen’in esasen Hatun Sebilciyan adlı 1915 kıyımından nasılsa kurtulmuş bir Ermeni kızı olduğuna dair haberin Agos’ta yayımlanmasıyla bütün öfkeyi üstüne çekmişti ama bu haber yeterli değildi, bir kılıfa ihtiyaçları vardı.
Dink’in bir yazısında Türklere hakaret ettiğini iddia ettiler.
Güya, Türk kanının zehirli olduğunu yazmış.
Oysa, bırakın bilirkişi ya da hukuk fakültesi mezunu olmayı, okumayı yeni söken bir çocuk bile yazıda kastedilenin asla böyle bir şey olmadığını, Dink’in “Türk kanı zehirlidir” demediği gibi muhatap aldığı Ermenistan devletine ve diasporaya karşı Türkleri ve diyalogu savunduğunu anlayabilirdi.
Böyle olmadı.
En namlı gazetecilerin bir bölümü Dink’e cephe açtı.
Demediği bir sözden ötürü mahkum edilmesini isteyenlerin kampanyası başladı ansızın.
Taşlar düşenmiş, bir yalan sürekli yinelendiği için kamuoyunda gerçek muamelesi görmeye başlamıştı;
Hrant Dink, 301’den yargılanacaktı.
Hrant’ı güpegündüz vurdular, fotoğraf çektirdikleri katilin arkasından türküler yaktılar.
Onu savunmaya çalışan birkaç kişinin sesi gürültüde boğuldu.
Yani, kolektif bir çabanın ürünüydü Hrant cinayeti.
Hepsi oradaydı.
Demediği bir sözü idam fermanına çevirdiler.
Onsekiz sene önceydi, berbat, iğrenç bir 19 Ocak günü, öğle saatleri, Pangaltı-Osmanbey kaldırımında, ayakkabısının tabanı delik bir gazeteci gazete sayfalarının altında yatıyordu.
Öldürebilmek için sözlerini bilerek çarpıtmışlardı.
Görebildiğim kadarıyla, bu Türkçe anlamama meselesi bugün de devam ediyor.
Ekrem İmamoğlu’na dava açılması iyice sıradanlaştı, konuşması daha ajanslara düşemeden hakkında soruşturma açılıyor, zaten haber de artık bu eklentisiyle servis ediliyor.
Şu “ahmak davası” başlı başına bir skandal.
Ama her şeyden önce bir Türkçe skandalı.
Bu kadar kolay mıdır bir siyasetçi için siyaset yasağı istemek?
Hele ki o kişi milyonların umut bağladığı, gözünün içine baktığı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanıysa?
Elini arkasında birleştirdi diye bile kıyamet kopardılar.
Şimdilerde ise yine bir Türkçe skandalının içindeyiz.
Bu kez İmamoğlu’nun konuşmasında birilerini aileleriyle birlikte tehdit ettiği söyleniyor.
Aynı konuşmayı ben de dinledim, böyle bir şey yok, hiç yok.
Peki, bir konuşmayı böylesine manipüle ederek bambaşka anlamlar çıkarmak ve bu sayede yeni davalar açmak hukukla bağdaşır mı?
Bir süredir kimse hukuki mi değil mi diye düşünmüyor.
Hukuk, yerini “yapıyorum, çünkü yapabiliyorum” diye özetleyebileceğim bir zihniyete bıraktı.
Yapılanların ille hukuki bir karşılığı olması gerekmiyor, güç ilişkisi yapmaya yetiyorsa yapılıyor.
Böyle olunca, Türkiye, hukuksuzluk ortamının gitgide kanıksandığı bir yer halini alıyor.
Şu “hukuksuzluk” terimi üzerinde biraz oyalanmak istiyorum çünkü maalesef sorunların temelinde hep bu olgu yatıyor.
Hukuksuzluğu, “illegalite” diye tercüme etmek mümkün, bugünlere kadar da böyle yapılıyordu ama geçenlerde bir akademisyenin ufuk açıcı bir tartışmasına şahit oldum.
Onun iddiası, Türkiye’den artık illegalite diye bahsedilemeyeceğiydi.
Zira, “illegalite”, ne kadar hukuk dışılığı tanımlıyorsa da “legal”e referansla bunu yapıyor.
Aynı tartışmada bir öneri de sunuyor ve Türkiye’nin mevcut hukuk düzeninin “alegalite” diye tanımlamak gerektiğini söylüyordu.
Ben bilerek Türkçe anlamama konusunun da bu düzenin ihtiyaç duyduğu bir parçası olduğunu düşünüyorum.
Hukuk olmadığında devlet başka bir şeye dönüşüyor.
Her hafta evrensel hukuk ilkelerini, ifade özgürlüğünün kriterlerini falan yazmak gerekiyor. Hem sıkıcı hem üzücü hem bıktırıcı olsa da…