Bilgehan Uçak
Kaçan fırsatlar, muhalefetin tavrı ve AKP
En zoru basit cümleler kurmaktır.
Bazen binlerce kavgayı, tartışmayı, sorunu uzun uzun anlatmak yerine “bu sene geçmek bilmedi” demeniz yeter; bazen de en büyük mutluluklar, coşkulu sevinçler, yakalanan hayaller “bu sene amma çabuk geçti” cümlesine sığar.
Aslında yeni bir yıla girerken asık suratlı bir yazı yazmak istemezdim ama Mehmet Altan son yazısında Türkiye’nin kaçırdığı olağanüstü fırsatları basit bir cümleyle ortaya serdiğinden beri zihnimin içinde hep bu yazı var.
Altan, Türkiye’nin coğrafi konumundan yola çıkarak şöyle yazıyor: “Türkiye, Avrupa ile Ortadoğu arasında bir tercih yapma imkanına kavuşan yeryüzündeki tek Müslüman ülkeydi.” Devamında söyledikleri çok yakıcı: “Avrupa’yı tercih etseydi sadece kendisi refaha ve özgürlüğe kavuşmayacak, ayrıca Müslüman dünya ile Hristiyan dünya arasında çok önemli bir köprü olacak, barışa ve huzura da büyük katkı sağlayacaktı. Türkiye, Ortadoğu’yu tercih etti.”
Nihayetinde sersemlemiş bir boksörü iki kroşede yere sermeye çalışır gibi sorularını sıralıyor: “Türkiye, neden Avrupa düzeyinde bir hayatı talep etmiyor? Neden özgürlük ve refah istemiyor da hangi şartlarda yaşadığı belli olan Ortadoğu’nun parçası olmayı tercih ediyor?”
Altan’ın veciz bir şekilde “Avrupa ile Ortadoğu arasında tercih yapma imkanına kavuşan yeryüzündeki tek Müslüman ülke” diye tarif ettiği Türkiye, tercihini neden Doğu’dan yana yaptı? İşin tuhafı, özellikle son sekiz senede artan beyin göçünün istikameti hep Batı olduğu halde toplumun tercihi kendisini oluşturan bireylerin tercihinden farklı oluyor.
Gerçekten de Türkiye, 17 bin faili meçhul cinayetle, 28 Şubat’la, siyasetçilere posta koymayı alışkanlık haline getiren generallerle, ekonomik krizlerle ve daha bir sürü sorunla geçen o korkunç 90’ların ardından AKP’nin iktidara gelmesiyle derin bir nefes aldı.
Bugünküne hiç benzemeyen bir ortam vardı, yeni kurulan AKP toplumdan büyük bir destek görüyor, 81 ilin çoğunda birinci çıkmakla kalmıyor, kazanamadığı bütün şehirlerde de ikinci sırada yer alıyordu. 2001 krizini geride bırakan ekonomi toparlanmıştı, muhalifler bile Türkiye’yi yönetmeye en ehil kadroların AKP’de olduğu kanaatindeydi.
AKP iktidara gelir gelmez uluslararası anlaşmaların iç hukukun üstünde olacağını kabul eden cümleyi Anayasa’nın 90. maddesine ekleyerek görülmemiş bir hukuk devrimine imza atmıştı. 2007’de muhtıraya karşı gösterilen cesaret sandıkta büyük bir zafer anlamına gelirken 2008’deki küresel kriz bile teğet geçmiş, bir sonraki sene ülke baz etkisinin de yardımıyla olağanüstü büyümüştü.
Çiçeği burnundaki Başkan Obama’nın yolu seçilir seçilmez Türkiye’den geçiyordu. Erdoğan, sivil anayasa yazımı için sadece Türkiye’nin değil dünyanın en önemli anayasa profesörlerinden olan Ergun Özbudun’a gitmiş, sonraki yıllarda muhalif bir tavrı benimseyen hepsi birbirinden saygıdeğer Serap Yazıcı, Levent Köker, Zühtü Arslan tarafından oluşturulan komisyon belki de Türkiye’yi Avrupa ile bütünleştirebilecek zihniyet dönüşümünün anayasasını yazmaya koyulmuşlardı.
Muhalefet o anayasaya bir parça destek verseydi ne olurdu biliyor musunuz? Bu tuhaf sisteme geçmek zorunda kalmazdık. Sonra ne oldu? 15 sene sonra döndük dolaştık, Serap Yazıcı’nın Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Modeli’ni Altılı Masa’nın çimentosu yaptık. Değdi mi kaçan bunca seneye? 2010’daki Referandum’da, Hayır diyemeyen Kürtler boykot kararı aldığı halde Erdoğan’ın oyu yüzde 58’e ulaşmıştı. AB yolunda ilerlediği dönemde liberallerin, sosyal demokratların, hatta bir kısım sosyalistin desteğini de alan Erdoğan, Türkiye’nin önüne o tercih imkânını sundu: Avrupa mı, Ortadoğu mu?
Askeri vesayet günlerinde pozisyonlar bugüne nazaran tam tersti; iktidar AB kriterleri derken muhalefet Batı-karşıtı bir tavrı benimsiyordu. O kadar ki, o günleri hatırlamayanlar inanmayacaktır belki ama AKP’nin Sosyalist-Enternasyonal’e üye olması konuşuluyor; Düzce gibi, Bolu gibi illerde AB desteği yüzde 70’lerle ölçülüyordu. Dünya basınında Erdoğan hakkında çok az lidere nasip olacak hacimde methiyeler düzülüyordu.
O yıllar boyunca muhalefet hiçbir yapılana destek vermedi, bir çift güzel sözü esirgedi, bunu muhalefet etmek zannetti, üstelik bir gözü hep askerdeydi, muhtıraya sahip çıktı, Özbudun Anayasası’nın taslağını yırttı, Baskın Oran’la İbrahim Kaboğlu’nun hazırladığı insan hakları raporunu parçaladı. Erdoğan’ın Türkiye’yi dünyaya açma çabasına karşı çıktı.
Erdoğan’ın çabası Batı’ya hayranlığından değildi, belki hiç de sevmiyordu, ama vesayete karşı destek görebildiği yegâne yer Batı kurumlarıydı, aralarında mecburi bir ilişki kuruldu. Batı, Tayyip Erdoğan liderliğindeki Türkiye’ye büyük bir kredi açtı. Birçok kez büyük çözümlerin kıyısına geldik, adeta bir adım kalmıştı, bir el verilmesi, toplumun biraz hazırlanması gerekiyordu; Baykal partisine “hayra fren, şerre motor” diye konum aldırmasa yeterdi belki de.
Erdoğan’ın güçlü ve kararlı liderliği içerideki Kürt ve Alevi sorunlarını bitirmekle kalmayacak, Türkiye’yi dünyayla buluşturacaktı. Batı standartlarını istemeyen muhalefet Erdoğan’ı rakipsiz olacağı kulvara sürükledi. Madem istemiyorsunuz, peki, istediğiniz yoldan ilerleyelim, dedi Erdoğan. Sonrasını biliyoruz zaten. Buraya bir günde gelmedik, bütün endekslerde bir günde çakılmadık, bu sisteme bir günde geçmedik.
Türkiye’de tüketim akışkanlıkları Batılı olanların iş biraz derinleştiğinde Batı-karşıtı cephenin yılmaz savuncuları olduğunu gördük. Avrupa ile Ortadoğu arasında bir tercih yapma imkanına kavuşan yeryüzündeki tek Müslüman ülke, Batılı ve seküler olduğunu iddia eden muhalefet eliyle, dümeni Ortadoğu’ya kırdı.