Bilgehan Uçak
22.104
Bu köşede üç hafta önce yayınlanan yazımda söyle demiştim: “Siz bakmayın başların Suriye’ye döndüğüne, Aralık’ın 15’inden sonra Türkiye’nin temel gündemi yine ekonomi olacak. 10 Aralık’ta başlayacak asgari ücret tartışmalarında epey bir gürültü patırtı kopacak.” Öyle de oldu, üstelik asgari ücret beklentinin de altında açıklanınca Esad’ın düşmesinden beri sesi soluğu iyice kesilen muhalefete de can geldi.
Asgari ücrete yapılan zam yüzde 30 ile sınırlı tutuldu. Bu konuyu iki aşamada tartışmamız gerekiyor; birincisi zaten zor geçinen geniş kitlelerinin daha da mağdur edilmesi, diğeri de makroekonomik gerçekler. Ama önce gelin şu 14 Mayıs seçimlerine geri gidelim. Popülizm ipinden kurtulmuş bir balon gibi sonsuzluğa yükseldiğinde, EYT bütün yıkıcılığıyla çıktığında neredeyse bayram havası esiyordu.
Herkes emekliye ayrıldı, mesleklerinin en verimli çağındaki insanlar üretimden çıktı, öğretmenlerden örnek vereyim, 45 yaşındaki deneyimli öğretmenlerin pek çoğu emekli oldu. Bir başka facia KKM’ydi, döviz bir günde 10 küsur lira düşünce bu başarıyı ekranlarda çıngıraklı kahkahalarla kutlayanlar çıktı. Mehmet Şimşek öylesine irrasyonel bir ekonomi yönetimi devraldı ki bunun sabahtan akşama düzelebilmesinin ihtimali yoktu.
Büyük banknota kimin ihtiyacı olur?
Kabaca aynı nüfusa sahip olduğumuz Almanya ile mukayese edersek, bizdeki iş gücüne katılım oranının ne kadar düşük olduğunu görebiliriz. Kadınların iş gücüne katılım oranı daha da düşük seviyede. Öten yandan, kamuda tam 5.5 milyon memur görev yapıyor. Böylesine atıl ve verimsiz bir ekonomik ortamda ne katma değeri yüksek üretim olur ne markalaşma ne ihracatta yüksek teknolojili ürünlerin payı artar ne de dünyayla rekabet edilebilir.
Şimşek yönetiminin temel mücadelesi enflasyonu düşürmekti. KKM’den çıkış başladı, faizler yükseltildi, döviz baskılanarak enflasyonun üzerindeki etkisi azaltıldı, carry-trade’in yüksek maliyeti gene de enflasyondan düşük olduğu için göz yumuldu, 2023’ün aksine asgari ücrete ara zam yapılmadı. Enflasyonun belini kırdığı söylenemez belki ama görece başarılı olunduğu da yadsınamaz bir gerçek. Mehmet Şimşek, enflasyonu düşürmek için iç talebin yavaşlamasının gerektiğini düşünüyor, haksız da değil.
Ama “korkunç bir eziyet çekeceksiniz” demek yerine bunu “iç talebin yavaşlaması lazım” diye en kibarca söylediğinizde gerçek değişmiyor. Burak Dalgın’ın ifade ettiği şekliyle, Türkiye’de Belçika standartlarında hayat süren bir kesim var ve iktidarın yaptıkları bu kesimin talep kısmasına yol açmıyor. Kiralar çıldırdığında kiradan, kurlar patladığında dövizden, gerektiğinde KKM’den, olmazsa faizden, düşerse kredilerden, çıkarsa borsadan, en olmadı kripto varlıklardan bir şekilde mutlaka kâr ediyorlar.
Mehmet Şimşek, Türkiye’de Belçika standartlarında yaşayan bu kesime hiç ilişmiyor, onun yerine Vietnam standartlarında hayatta kalma mücadelesi veren kesimin ümüğünü sıkıyor. Dolaylı vergilerin oranı üçte iki. Yani, toplumun en yoksul insanlarıyla en zenginleri pek çok harcamalarında aynı vergiyi ödüyorlar. Hakkaniyetli bir şey mi bu?
Kronikleşen asgari ücret sorunu
Ödenmiş MTV’yi yeniden salabiliyor. Türkiye Varlık Fonu öylece duruyor, askeri harcamalar alıp başını gitmiş, kamuda tasarrufun hiçbir emaresi gözükmüyor, yüzlerce kez değiştirilen Kamu İhale Yasası bir türlü AB normlarına getirilmiyor, ihaleler aslında istisnai bir şart olan 21-B ile verilmeye devam ediyor, yolsuzluk endekslerinde feci bir haldeyiz… Bunlar düzelmeden asgari ücret tartışması beyhude kalmaya mahkumdur.
Acı reçeteyi içmek zoruna olduğumuzu söyleyenler bu acıyı bölüşmeye hiçbir şekilde yanaşmıyorlar. Sembolik adımlar bile atılmıyor, devlet toplayacağı verginin oranını yüksek tutmaktan imtina etmiyor, masraflar kısılmıyor, verimsiz ve garantili altyapı hamleleri devam ediyor, bunlara bakınca, Şimşek’in harcamaları kesmekle ilgili hiçbir yetkisinin olmadığını anlıyoruz. O zaman da elde kalan tek şey faiz oluyor, Şimşek ve ekibi faizi -ve kurları- yöneterek ekonomiyi düzlüğe çıkarmaya çalışıyor.
Ekonomi asla sadece iktisadi meselelerden ibaret değildir, siyaset onun ayrılmaz bir cüzüdür. Bir elmanın yarısı kurtlanmışsa diğer yarısını yıkayarak sağlıklı bir elma elde edemezsiniz, ekonomi de böyledir, eğer hukuksuzluğu finanse edecek doğal kaynaklarınız yoksa güçlü kurumlar tesis etmeden ekonomiyi sürdürülebilir şekilde güçlü kılamazsınız.
Gene de, bu şartlar altında, asgari ücrete büyük bir zam yapılmamasının doğru olduğunu düşünüyorum.
“İç talebin yavaşlaması” feci bir söz, açlık demek, sefalet demek, hastalık demek, ama şunu da söylememiz lazım, 28 Mayıs’taki coşkulu kutlamaların, “seni Abdülhamid’in yalnızlığına terk etmedik!” heyecanının bedeli geldi, masaya kondu. Şimdi onu ödeme vakti.
Sığınmacı sorununda kaçan fırsatlar
Aynı yazıda şöyle yazmıştım: “Bütün sorunlar asgari ücretin artmasıyla çözülebilecek olsaydı, zaten bugün bir sorundan söz ediyor olmazdık. Asgari ücret, Norveç seviyesine çıkarılırdı, sorunlar da tümden ve kalıcı olarak çözülürdü. Oysa, enflasyonu yönetemezseniz asgari ücreti artırmanın hiçbir faydası yoktur.” Siyasetçiler her zaman popülizm yapmak, insanlara hep bir fazlasını vermek isterler ama anlaşılan bu kez bürokrasinin talebi siyasetçilerin isteğine galip geldi ve iktidarı rasyonel davranmaya mecbur bıraktı.
Ben bu mecburiyetin hayırlı olabileceği kanaatindeyim. Nüfusumuz ortada, kadınların iş gücündeki oranı belli. 3 milyon genç ne işte ne okuldaysa, kamuda 5.5 milyon memur çalışıyorsa, 16 milyon da emekli varsa, çalışanların bu kadar böyle bir bedeli ödemesi mümkün değil. Aradaki fark imece usulü kapatılacak demektir. Asgari ücretin yeni seviyesi dolar bazında hayli yüksek.
Kılıçdaroğlu'na açılan davanın öteki yüzü
Şimdi beklenen, Merkez Bankası’nın enflasyonu kontrol altında tutması ve seneler sonra ilk kez hedefini yakalamasıdır. Ve döviz karşısında her ay erise de bu ücretin satınalım gücünün görece muhafaza edilebilmesidir. Eğer bu başarılabilirse, o zaman dolar bazında tarihin en yüksek seviyesine ulaşan asgari ücretin, kısmi bir ferahlığa evrilebildiğini görebiliriz.
Prof. Emre Alkin, dezenflasyon sürecinin hastanın alım gücünü düşürmek yerine güven duygusu uyandırmaktan geçtiğini, bununsa güvenli ve öngörülebilir bir ortamda tasarruf etmek anlamına geldiğini, hastanın boğazını sıkarak ateşini düşürmeye çalışmanın yanlış olduğunu söylerken yerden göğe haklı. Öte yandan, Prof. İbrahim Turhan’a da kulak vermek gerektiğini düşünüyorum.
COP30 da başarısız olacak, çünkü…
“Ücretleri artırarak geçim sıkıntısını çözmeye çalışmak hızlı giden bir aracın ardından koşmaya benzer; asla yetişemezsiniz,” diyor Prof. Turhan ve şöyle devam ediyor: “Ücretler ekonomideki dengeyi bozacak ölçüde arttığında anında ürün fiyatları da artar. Dahası, ücretleri sürekli artıranayacağınıza göre, fiyat artışı her zaman ücret artışının önüne geçer. Sonunda dar gelirli daha çok sıkıntı çeker, ekonominin dengesi bozulur, sorunlar kronik hale gelir. Geçim sıkıntısı sorununun tek çözümü enflasyonu düşürmek ve sürdürülebilir büyümeyi istikrarlı biçimde sağlanmaktır. Gerisi popülizmdir, demagojidir…” İşte bu popülizm ve demagoji batağına bir daha batmadan acılı olsa da serinkanlı kararlarla rasyonel bir düzleme çıkabileceğimizi umuyorum.